Modernliğin Eleştirisi / Alain Touraine

Yazar : aa Tarih : 1 yorum


Alain Touraine’nin bu ciddiye alınması gereken, oldukça yüklü eseri; konu ile ilgilenenlerin atlamaması gereken bir eser. Görebildiğim kadarı ile konuya hakimiyeti, derinliğine ve çok boyutlu düşünebilmesi, kendi düşüncesine eleştirel yaklaşabilmesi ile kitabı çok kıymetli kılıyor. Hem modernleşmenin tarihi gelişimini, hem dönemin düşünürlerini oldukça olgun bir üslup ile tartışıyor.  
Ancak tercümanın, konunun ağırlığının altında kalması, dönem dönem kitaptan kopması ve uydurukça saplantısı, kitabın büyük handikabı olmuş. Ne yazık ki; kitaptan kopmadan iki sayfa okumak mümkün olmuyor. Ama tercümenin elinden kurtulabilmiş, anlaşılabilir her cümle altın değerinde.
Kitabın, ilk baskıyı 1994 yılında yapıp, 10. Baskıyı görmüş olmasına rağmen, hala doğru dürüst bir tercümeye kavuşamamış olması Yapı Kredi Yayınlarının büyük ayıbı.    
Touraine, kitapta Aydınlanma hareketlerinden başlayarak, Modernliği ve bu düşünce akımlarına mensup veya karşı olan düşünürleri sıkı bir çalışmayla önümüze getiriyor. "Akılcılık" ve "Bireyselcilik" hareketlerinin çatışmasından doğan sinerji olarak tanımladığı Modernliğin içine düştüğü büyük çıkmazı tahlil ediyor.
“18. Yüzyıldan itibaren akılcılık akımı tüm kutsallara saldırdı ve hepsini yerle bir etti. Elimizde aklın saldırmadığı tek bir kutsalımız kaldı. Hepimiz o Tanrıya hizmet ediyoruz. Menfaat. Menfaatçilikle beslenen, Bireyselcilik tarafından ikna edilmiş yoksullar, Totaliter rejimler ve büyük Sermayenin karşısında çaresizler. Çünkü akıl, yoksulların etrafında bir araya gelebileceği tüm kutsalları tahrip ederken, bireyselcilik de insanların arasına duvarlar örüyor. Bir araya gelebilme, bir lidere sahip çıkabilme yeteneğini kaybetmiş ve toplumun dışına düşmüş muhalif hareketlerin gündemleri ise gerçek hayata dair değil.
Tarihte hiç bir zaman insanlık bu kadar büyük bir zenginliğe sahip olmadı. Ama tarihte hiç bir zaman; zengin ve yoksul arasındaki uçurum da bu kadar büyük, kardan fakirlere düşen pay da bu kadar küçük olmadı. Yoksullar bu kadar uzun süre ve bu kadar çok da çalışmadı, hayatları bu kadar takip ve kayıt altına da alınmadı. Ve yoksullar hiç bir zaman bu kadar itaatkar da olmadı.
Fakirler, işçiler, köleler, göçmenler olarak Modernizmin hem sonucu hem faili olan sermayenin ve Totaliter rejimlerin karşısında çaresiziz. Ancak başka bir seçenek da üretemedik. Ümit ediyorum ki; bu yolda yürümekte ısrarcı olursak, karanlık vadiyi geçip tepeye tırmandığımızda yeniden ışık görebileceğiz.”  (Kitabın farklı yerlerinden alınmış bilgilerin benim kelimelerimle ifadesidir. AHÇ)    


Kitaptan dikkatimi celb etmiş yerleri buraya alıntılamak istiyorum. Bazı cümleler ile daha anlaşılır olabilmesi için oynamak zorunda kaldım. Eğer lüzumunu hissedip kendimden notlar düşmüşsem Ahmet Hakan Çakıcı anlamında kısaca (AHÇ) notunu sonuna ekledim.
Çok kıymetli gördüğüm bu kitaptan, faydalanmanıza bir katkım olacağını umuyorum. Saygılarımla
Sunuş :
İlerlemenin bolluk, özgürlük ve eşitliği hedeflediği ve bu üç hedefin birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğu fikri, tarihin sürekli biçimde çürüttüğü bir ideolojiden başka bir şey değildir. (15)
Hatta, kimi daha radikal eleştirmenler, aklın saltanatı diye adlandırılan şeyin; sistemin uygulayıcılar üzerinde devamlı artan egemenliği ve emekçilerin dünyasını yıktıktan sonra, şimdi de tüketim ve iletişim dünyasına doğru yayılan sıradanlaşma ve standartlaşma  olduğunu iddia ederler. Bu egemenlik kimi zaman daha liberal kimi zaman daha otoriter biçimde hayata geçer. Ama her halükarda modernlik, ÖZNE’yi özgürlüğe davet ettiğinde bile bireyin toplumun çıkarlarına boyun eğmesini ister.
Toplumu bir pazara indirgeyen ve ne artırdığı eşitsizliklerden, ne de doğal ve toplumsal çevrenin yıkımından bir endişe duyan modernliğin gözü kör değil midir?
Mutluluk sadece, insanın kendi iradesinin ya da isteklerinin yolunda gitmesi midir? 
Geleneğin yıkılması ve nesnel ya da araçsal akılcılık ile tanımlan Modernlik, en sert modelinden en yumuşak uygulamasına kadar zafere ulaştığı ölçüde özgürleştirme ve yaratım gücünü yitirir. İnsan hakları söylemi ve ırkçılık gibi birbirine rakip güçlerin yükselişi karşısında da aynı dirençsizliğe sahiptir.
Modernizm; Tanrısal iradenin, Aklın ya da Tarih’in yarattığı bir dünyanın birliğinin yerine, akılcılaştırma ile özneleştirmenin ikiliğini koymuştur.
Toplumumuz uluslar arası piyasada ayakta kalmak için mücadele eden bir işletmeye indirgendikçe, ister yoksul ülkelerdeki yeni cemaatçilik olsun, ister zengin ülkelerin kendini beğenmiş bireyciliği olsun her yerde artık toplumsal terimlerle tanımlanamayan bir kimliğe ilişkin saplantı yaygınlaşmaktadır.
Akıl olmadığında Özne kendi kimlik saplantısına takılıp kalır; Özne olmadığı takdirde de Akıl bir despotluk aracına dönüşür.

Birinci Kısım - Yıldız Parlayan Modernlik 
Modernlik fikri sıkı sıkıya akılcılaştırma fikri ile bağıntılıdır.
Dinsel ahlakın keyfiliğinin yerine doğa yasalarına ilişkin kesin bilginin konulması gerekir. Ama insanın doğayla uyum içerisinde yaşarken kendi kendine yabancılaşmaması için yalnızca akla çağrıda bulunması yeterli değildir. Bunun nedeni öncelikle, akıl yürütmelerin birbiriyle kolay kolay uyuşamaması, zemin/zaman/pozisyon ile doğruların değişmesi ve ikinci olarak da aklın egemenliğinin vahiy gibi dayatılamamasıdır.
Bu ahlak öğretisinin (etik) estetiğin ve siyasetin zayıflığı, Modernist ideolojinin, eleştirel olarak kaldığı sürece güçlü olmasına karşın, modernliğe olumlu bir içerik vermeye çalıştığın da pek az ikna edici olmasında yatar. (Yıktığının yerine bir şey koyma endişesi olmadan sürekli eleştiri, Akılcılık akımının en tahripkar silahıdır. AHÇ)
Aydınlanma filozoflarının geliştirdiği modernlik anlayışı devrimcidir, başka bir özelliği de yoktur. NE bir kültür ne de bir toplum tanımı yapar; yeni bir toplumun işleme mekanizmalarını aydınlatacağına, geleneksel topluma karşı verilen mücadeleleri harekete geçirir.
Toplum akılcı değildir ve modernlik birleştirici olmaktan ziyade bölücüdür.
Belli bir iktisadi davranışın ortaya çıkmasını kolaylaştıran iman mıdır?
Asıl sorun imanın, yani dinsel bir kültürün dağıtılması değil, Tanrının adaleti karşısında duyulan korkunun yarattığı toplumsal bağların kopmasıdır. (Toplumsal bağlar koptuğunda güçsüzler, otorite ve sermaye karşısında yapayalnız kalırlar. Bir araya gelemeyen yoksul korkutulduğunda itaat etmekten başka çare bulamaz. AHÇ)
Fransız Devrimi ve İngiltere’nin kitlesel sanayileşme dönemlerinde merkezi rol oynayan, sermaye ve emekten çok akıldır.
16. yüzyıldan günümüze Batı Düşüncesinin egemen akımı maddecilik olmuştur. Tanrı ya da ruha yapılan her atıf, taviz verilmemesi gereken geleneksel düşüncenin mirası olarak görülmüştür.
Dolayısı ile klasik modernlik anlayışının katılığını/yobazlığını hatta şiddetini kabul etmemiz gerekir.
Modernliğin zaferi kadim ebedi değerlerin ortadan kaldırılmasıdır.
Modernizm antihümanisttir. Çünkü insan fikrinin, Tanrı fikrinin ön koşulu olan ruh fikri ile var olabileceğini bilir. Her tür vahiy ve ahlaki ilkenin reddi, toplum ve toplumsal fayda fikri ile doldurulması gereken bir boşluğa neden olur. İnsan yalnızca yurttaştır. Tanrı sevgisi dayanışmaya, vicdan ise yasalara saygıya dönüşür. Hukukçular ve idareciler peygamberlerin yerini alır.
Aydınlanma filozoflarının, Modernlerin önünde açtıkları “akıl, haz ve zevk alemi”,  toplumun iç çatışmalarını bilmez ya da bunları akıl dışının, akla direnişi olarak yorumlar. Modernistlerin vicdanı rahattır; onlar karanlığı aydınlatırlar. Ve bu konuda insanın doğal iyiliğine, mantıklı kurumlar kurabilmesine, özellikle kendi kendisini yok etmesini engelleyip, onu hoşgörü ve özgürlüğe götüren “menfaat”çiliğine güvenir.
Tarih, akıl güneşinin gök kubbede yükselmesidir. Bu da insanla toplum arasındaki her tür ayrılığı ortadan kaldırır. İdeal olan, insanın bir yurttaş olması ve kişilerin şahsi erdemlerinin ortak iyiliğe katkıda bulunmasıdır.
Akılcılaştırılmış bir toplum yaratma yönündeki bu girişim başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bunun nedeni insani hükümetlerin yerini alacak olan akılcı yönetimin mantığının dramatik bir biçimde yanlış olması ve net bir şekilde bilinip akılcılar tarafından yönlendirildiği düşünülen toplumsal yaşamın aslında çatışmalarla dolu olduğunun ortaya çıkmasıdır.
Modernist ideolojiden günümüze neler kaldığına gelince: bir eleştiri, bir yıkım ve bir bozulmuş büyü, denebilir. Bir de, yeni bir dünyanın oluşturulmasından çok, aklın yolunda birikmiş olan engelleri yıkma isteği ve bu yıkımın verdiği serbestlik. Modernlik fikri gücünü akılcı bir dünya kurma ütopyasından, eleştirel işlevinden alır. Dolayısı ile gücünü ancak geçmişin direnebildiği ölçüde korur.
Yeni felsefe her yerde geleneğin otoritesini reddeder ve yalnızca akla güvenir. Bu eleştirel düşünceye ve bilime duyulan güven, ilerleme fikrini hoşgörü fikri ile birleştiren bir modernlik anlayışının asal gücü olarak kalacaktır. 
Bugün ileri sanayi toplumları ilk özgürleşmenin çok uzağındadır ve kendilerini geleneksel kısıtlamalardan çok, kendi ürünlerinin tutsağı olarak görmektedirler. Ama aynı zamanda da kapalı, cemaatçi, değişime karşı dirençli bir toplumun hayaline kapılma rizikosuyla da karşı karşıya olduklarını da görmek gerekir. (S:53)

Ruh ve Doğal Hukuk
Nasıl ki, sonuçları bilimsel olarak değerlendirilemeyen tedavi yöntemleri adına bilimsel tıbbi eleştiriye çok vakit harcanması doğru değilse, modernlik eleştirisi de akıl dışılık ve gelenekçiliğe kaymamalıdır.
Modernlik kutsal olanın ortadan kaldırılması değil, dünya dışı bir çileciliğin, yerini dünya içinde bir çileciliğe bırakmasıdır.
Luther; “Tanrı aşkı kendi nesnesi ile karşılaşmaz, o nesneyi yaratır; insan aşkı ise nesnesi tarafından yaratılır.”der.
Modernlik tarihi, en baştan beri, ilerleme insanı ile gelenek insanı arasındaki çekişmeye değil, daha sonra modernliğin bileşimine girecek olan iki bileşenin arasındaki çekişmeye sahne olacaktır. Bunlardan ilki, aklı savunan ve insanı doğanın içinde yeniden konumlandıran bir mutluluğun hizmetindeki araçsallığa indirgeyenler, diğeri ise, tanrısal özneyi insan öznesine dönüştürmek gibi zor bir serüvene atılan ve bunu en dolaylı ve hatta en çelişkili yolla yani toplumsal insanın, iman hatta yazgı yoluyla ayrıştırılması/çözülmesi yolunu izleyerek yapanlardır.    
Arnaud; Tanrı fikrine sahip oluşum Tanrı yoksa açıklanamaz; Tanrının varlığını kanıtlayan, Tanrı fikridir. Discours’un dördüncü bölümünde şöyle der: “Kendi kendime, kendimden daha mükemmel bir şeyi düşünmeyi nereden öğrendiğimi sordum. Tabii ki bunun benden daha mükemmel bir kaynaktan gelmesi gerektiğini anladım. Öyle ki, o benim içime, benden çok daha mükemmel ve hatta benim hakkında bir fikre sahip olduğum tüm mükemmellikleri kendinde toplayan, tek bir sözcükle açıklamak gerekirse Tanrı olan bir doğa tarafından yerleştirilmiş olmalıydı.
Bilinç kendi sonluluğunda, kendi zamansallığında kavranır; nasıl ki insan tamamen Tanrı ile özdeşleşemiyorsa, Tanrı da insana benzetilerek zamansal ve tarihsel bir varlığa dönüştürülmemelidir.
Pascal, “İnsanın kendisi, doğanın en müthiş nesnesidir; çünkü bedenin ne olduğunu kavrayamaz, ruhun da ne olduğunu kavrayamaz, hele de bedenin ruh ile nasıl bir araya geldiğini hiç kavrayamaz. İnsanın en büyük sorunu ve aynı zamanda onun gerçek varlığı da budur.
Aurelius Augustinus:”İnsan bir hasır otudur; doğanın en zayıf canlısıdır, ama düşünen bir hasır otudur. Onu ezmek için tüm evrenin bir araya gelmesi gerekmez. Biraz buhar, bir damla su onu öldürmeye yetebilir. Ama evren onu ezse bile, insan kendini öldürenden daha soyludur, çünkü öldüğünü ve dünyanın kendisi karşısında sahip olduğu avantajı bilir. Demek ki, insanın tüm asaleti düşünebilmesindedir.” (s:69)
Hugo Grotius, doğal hukuku; Platoncu bir yöntemle, her tür özel durumun, hatta Tanrının varoluşunun bile öncesinde var olan bir fikirler ve hukuksal ilkeler bütünü olarak tanımlar. “Eğer hiç bir daire olmasaydı, daire çapları hep birbirine eşit olurdu.”
Hegel: “Devlet sivil toplumla bir tutulursa ve kişisel mülkiyet ve güvenliğin korunmasıyla görevlendirilirse bireylerin birey olarak ortak çıkarı, uğruna bir araya geldikleri nihai amaç olur ve bunun sonucu olarak devletin üyesi olmak isteğe bağlı olur. Ama devlet nesnel ruh olursa bireyle ilişkisi tamamen farklı olacaktır, o zaman bireyin kendisi ancak devletin bir üyesi olarak nesnelliğe, doğruya ve ahlaka sahip olur. Beraberlik bizzat gerçek  anlam ve gerçek amaç, bireylerin eğilimi ise birlik içinde bir yaşam sürmek olacaktır.” (s:79)
Demokrasi sözcüğü söylemlerde devrim sözcüğünün yerini alırken –çünkü artık, tüm ilerleme felsefelerine karşı aynı karışık duyguları besliyoruz- aynı zamanda da devrim öncesi dönemin ve düşüncesinin dirilişine tanık olduk.
Dinselliğin geri dönüşü, genellikle modernlik karşıtı bir harekettir. Dünyevileşmeye tepki gösterir ve ruhani iktidarla cismani iktidarı yeniden bir araya getirerek bir cemaat oluşturmaya çalışır. Ama bu hareket bir yandan da toplumsal yaşama toplumsal olmayan bir gücü, ya da Weber’in diliyle konuşacak olursa, sorumluluk ahlakının egemen olduğu dünyaya inanç ahlakını yeniden monte etme çabası içindedir. Modern dünyanın başlangıcında olduğu gibi şimdi de üç büyük faktörün birbirlerine karıştığını görüyoruz. Akılcılaştırma, insan haklarına çağrı ve dini cemaatçilik.
İnsanın artık ne doğası ne de doğal hakları vardır; insan artık sadece işi ile özdeştir, hakları yalnızca toplumsal niteliklidir. Akıl bir düzen düşüncesi, keşfi olmaktan çıkmış, tarihsel bir dönüşüm gücüne dönüşmüştür; mekanik toplum fikri de organik toplum fikrine dönüşmüştür.

Tarihselcilik
Hızlı iktisadi modernleşmenin temel sonucu akılcı düşünce ilkelerinin genel toplumsal ve siyasal amaçlara dönüşmesi oldu.
Aydınlanma felsefesinin siyasallaşma sürecini temsil eden şey ilerleme fikridir. Söz konusu olan sadece aklın önündeki engellerin kaldırılıp yolunun açılması değildir, modernliği istemek ve sevmek de şarttır; kendi kendini harekete geçiren, kendi modernliğini inşa eden bir toplum var etmek gerekir.
Modernlik bir fikirdi, buna ek olarak bir iradeye dönüştü. Bu dönüşüm sırasında insanların eylemiyle doğa ve tarih yasaları arasındaki bağ kopmadı; bu durum Aydınlanma dönemiyle ilerleme çağı arasındaki devamlılığı sağlamıştır. (s:89)
Maddecilikle ve idealizmin; akla karşı din, sorumluluk ahlakına karşılık kanaat ahlakı, fenomenler (olaylar) dünyasına karşılık numen (düşünce) dünyası arasındaki kadim karşıtlıkların çatışmasında eriyip gittikleri görülür. Önemli olan, kendini bütünüyle modernleşme çabasına vermiş ulus dahilinde, toplumun üretim pratiklerinin ve kültürün birliğidir. Modernlik fikri zaferinin zirvesindedir ve kendisi ile birlikte hiç bir şeyin varlığına tahammülü yoktur.
İlerleme fikri, akılcılaşma fikriyle gelişme fikrinin ortasındadır, ama merkezi bir yer işgal eder. Bu fikir siyasete öncelik tanır, bilgiye de en önde yer verir. Gelişme fikri, gelişme siyasetiyle aklın amacı arasındaki benzerliği olumlar; bilimin siyasete uygulanmasının müjdecisidir. Dolayısı ile siyasal bir iradeyi tarihsel zorunlulukla özdeşleştirir. İlerlemeye inanmak hem kaçınılmazdır, hem de parlak gelecek hayaline aşık olmak demektir.... Nietzsche’nin en ünlü ifadelerinden birini kullanarak ifade edersek “amor fati” (kader aşkı) denebilir.
Bu görüşe göre toplumsal çatışmalar her şeyden önce geleceğin geçmişle çatışmasıdır. Ama geleceğin geçmişe karşı başarısı yalnızca aklın ilerlemesi ile değil, aynı zamanda iktisadi, toplumsal amaç birliğinin gerçekleşmesi ile başarılabilir. Bu düşünce modernleşmeye inanan tüm ekollerin merkezinde yer alır.
İlerleme nasıl gerçekleşir?   İlerleme, Taylor ve Ford’dan ve onların heyecanlı bir müridi olan Lenin’e değin sanayinin en büyük sloganı olan çatışmanın akılcılaştırılması ile hızlandırılmış bir modernleşme elde edebilmek için enerjileri harekete geçirebilecek bir siyasi gücün eylemiyle gerçekleşir... Bu da yerel gelenek ve aidiyetlerin güçlü bir ulusal bütünleşmeye bağımlı kılınmasını gerektirir. Akılla iradenin bu uyumu ve bireyin topluma, toplumun da üretimin modernleşmesi ve devletin gücüne bağımlı kılınması, kolektif seferberliğe fırsat verir.
Akılcılaşma seçkinci olduğu için toplumsal bütünleşmeye davet edemez. İşte bu nedenle; tarihsel düşünce modernleşme düşüncesinin başlangıcından beri var olan devrimci fikre sıkı sıkıya bağlıdır. Devrimci fikir üç öğeyi kendinde toplar: Modernleştirici güçlerin serbest bırakılması, modernleşme ve akılcılık karşısında engel oluşturan eski düzenle mücadele ve kendini modernleşmeye adayacak bir ulusal iradenin propagandasına.
Entellektüeller ve siyaset adamları hala devrimci bir milliyetçiliği körüklemeyi sürdürüyorlar; nitekim böyle olmasa, Fransa da sosyalistlerle komünistlerin 1972’den 1984’e kadar süren kısa beraberliği düşünülemezdi.
Furet : “Fransa’daki devrim fikri siyasal alana, yeni devletin toplumu değiştirme yeteneğine yaptığı olağanüstü yatırımla tanımlanır.” Bir kaç sayfa öncesinde de “Cumhuriyet, halkla devletin birbirinden ayrılmaz nitelikte olduğunu varsayar” sonucunu çıkarmıştır. (s:95)
Bu yüzyıl kendini, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir şekilde, bireyi kamusal bir varlığa dönüştürmeye adar; ama bunu Antik Yunan veya Roma’da olduğu gibi; bireyi, devlete/siteye bağlı kılmak anlamını yükleyerek yapmaz: Ruhani olanla cismani olanın karşıtlığını, tarih adına aşarak yapar ve bunu her toplumsal eylemcinin tarihsel görevi olarak tanımlar.
Toplumun genel seferberliğine direnen kârdan çok emektir.
Girişimci kendi gözünde, ücretlilerin sıradanlığına ve tembelliğine karşılık emeği ve aklı temsil eder. Öte yandan işçi militanları ise; üretici güç ve ilerlemeci gücün en âlâ örneğini oluşturan insan emeğini yıkan kâr ve ekonomik bunalımların akıl dışılığını eleştirirler.
Özne, kadim Hıristiyan geleneği dahilinde, Ben’in günahla Tanrı’nın affediciliği arasında parçalanmasıyla oluşmuştur. Toplumsal harekete dönüşerek güç kazanır. (Kişi kendisini ancak günahlarını takip ederek fark edebilir.  AHÇ)
Yükselen eşitlik iktidarın yoğunlaşmasına neden olur.....Modern toplum tüm cemaatleri, birliktelikleri ve gelenekleri kopardığından dolayı, toplum, mutlak iktidara ve O’nun şımarıklıklarına ses çıkarmayan/çıkaramayan küçücük zerrelere bölünmüş bir yığına dönüşmez mi? (Herkesin kendi aklını kutsaması, bir araya gelebilme yetilerini öldürür. Bir araya gelebilme becerisini kaybeden topluluklar güç ve sermaye karşısında çaresizdirler. AHÇ)
Comte : “Devrim’in yasa koyucularının, somutun yerine soyutu getirerek bireyi azad ettiklerini, böyle yapmakla da o bireyi hayalin, deliliğin ve yalnızlığın girdabına attıklarını söyler.
Pozitivistler, yeni din kurma girişimlerinde; “Canlıların her zaman daha çok ölüler tarafından yönetildiği ve insan ruhunun en temel yasasının bu olduğu” inancına sırt çevirirler.... Pozitivizmle toplumsal bütünleşme arayışı birbirini çeken iki taraftır. (s:103)
Auguste Comte: “pozitivist ruh” doğal hukuk filozoflarının anlattığı insan kaygısının tamamen karşısındadır. “Pozitivist ruh olabildiğince, kendiliğinden, kendi gerçekliğinden dolayı toplumsaldır. Ona göre, tam insan yoktur, var olan yalnız “insan”lıktır. Eğer toplum fikri hala anladığımız şeyse bu eski felsefik düzenden kaynaklanır.
Tarihselci düşüncenin açılımı; kişisel özgürlükle toplumsal katılımın özdeşleştirilmesidir. Bireyi toplumu yönetenlere, daha somut bir ifade ile iktidarı elinde tutanlara tabi kılan bu liberalizm ve Hıristiyanlık karşıtı tutumdur. (s:104)
Bununla birlikte, Michelet’inkine çok benzeyen akılla inancı bağdaştırma isteği yüzyılı baştan sona kat eder; bu düşünce ve hareket, düzenin nasıl kurulabileceğini, menfaatçi ve sürekli değişim halindeki bir toplumda organik dayanışmanın nasıl yaratılabileceğini düşünüp duran Durkheim’ı da etkileyecektir.
Pozitivizmin zaafı karşı çıktığı kültürel geleneklere yabancı olmasından kaynaklanır.
Demek ki tarih birbirini tamamlayan iki süreçle hareketlenir: Parçalanma ve bütünleşme. Hegel “Ruh kendi doğrusunu ancak kendisi de mutlak parçalanma içinde bulunduğunda fark eder. (Günah/suç kişinin kendisinden uzaklaşmasını en iyi fark ettiği andır. AHÇ) Kötüye sırt çevirmek, iyi olmak demek değildir.....ruhun gücü olumsuz olana doğrudan bakması ve orada kalmasıdır. Olumsuzun içinde kalması onu Varlık’a dönüştüren sihirli güçtür. BU güç ÖZNE olarak adlandırdığımız güçtür.
Marx, fabrikaların toplumu üzerinde düşündüğünden dolayı, sanayileşmenin, sosyoluğu/toplum bilimcisidir. Ticaretin ihtiyacı olan huzuru ve adaleti sağlayan hukuk olduğu için, onların üzerinde durur. Dolayısı ile ahlaki kurallara saygı duyulması diye bir kaygısı yoktur. O insanların metaya indirgendiği, ücretin ancak üretim gücünün biyolojik olarak yeniden üretim için yeterli olacak düzeye düşürülmeye çalışıldığı, insaniyetin para, bireysellik ve ideolojilerin egemenliği altında yok edildiği bir sanayi toplumunun gözlemcisidir. (Sermayenin birikmesi, milyonlarca kez katlanması ücretlilerin o sermayedeki hissesinin artacağı anlamına gelmez. Modernist sermaye, pastadan ücretlilere daha fazla pay ayırmaya ikna edilemiyor. AHÇ) (s:110)
Tarihselcilik aslında, Tarih’in tarih felsefesine toplumsal olanın toplumsal olmayana bağımlı kılınmasıdır. (İster akıl, ister ruh, ister doğa biçiminde tanımlansın.)
Lukacs’a göre, Proleterya bir sınıf bilincine ulaşır; ama bu kitle, bir sınıf olmaktan çok menfaatlerin bir araya getirdiği tarihi zorunluluktur. “Böylece proleterya hem kapitalizmin sürekli bunalımının bir ürünü, hem de kapitalizmin sürekli içine düştüğü bunalımların kaynağıdır.” Bunun daha açık ifadesi “Proleter bilinç, tarihsel zorunlulukların ifadesinden başka bir şey değildir. Doğrusu proleteryanın gerçekleştirilecek idealleri diye bir şey yoktur.”    
Latin Amerika’nın ya da başka bölgelerin emperyalizme bağlılığı öylesine kuvvetlidir ki, kitle eylemlerinin buralarda olması bir yana, devrimci bir partinin varlığı bile olasılık dışıdır. Yalnızca hareket halindeki, yani kökleri herhangi bir topluluğun içinde yer almayan bir gerillanın silahlı eylemi emperyalizmin en zayıf halkasına, yani çürümüş ve baskıcı ulusal devlete ulaşabilir. İşçi ya da köylü sınıfı ile devrimci eylem arasındaki ayrılık hiç bir zaman bu kadar ileri götürülememiştir.
Marksist hareketin başarılı olduğu yerlerde sınıflı toplumdan sınıfsız topluma geçişi gerçekleştirmiş olduğu doğrudur. Ama sınıflar ortadan kaldırıldığında, bu totalitarist iktidarın ya da aygıtlarının yararına olmuştur. Yeni oluşan sınıflar, eylemcilerin özerklik ve ifade özgürlüğüne karşı çıkarken, zamanla teknokratik ve bürokratik bir devlet terörüne evrilen sistemin zabıtasına dönüşmüşlerdir.
Devrimler demokrasiye her zaman sırtlarını döndüler ve sınıflara bölünmüş bir toplumun çeşitliliğine tek tipliliğin beraberliğini dayattılar; bu birlik ise ancak diktatörlüğün birliği olabilirdi.
Devrim çağının dolambaçlı yollardan vardığı yer, halk adına halkın ezilmesi ve devrim adına devrimcilerin öldürülmesi oldu. Yani sonuç; devlet Terörü, iktisadi başarısızlık ve bolluk/zenginlik devleti hayali tarafından toplumun yutulup, yok edilmesi oldu.(s:118)
İlerlemenin zaferi, zorunlu olarak toplumun doğallaşmasına sebep olur. Ve bu doğallaşma adına modernliğe ve modernliğin devrimine karşı çıkanlar, ayrık otlarını yolmakla yükümlü iyi bahçıvanlar tarafından ortadan kaldırılması gereken birer engel olarak görülür.
Dolayısı ile günümüzde entellektüellerin birinci görevi, büyük tarihselci birliğin tehlikeli bir düş, devrimin ise her zaman demokrasi karşıtı olduğunu ilan etmektir.
Modernlik daha önce de söylediğimiz gibi, ilk önce geçmişin yıkılmasına, özgürlük ve açılmaya öncelik tanıdı. Daha sonra tarih ve ilerleme filozofları modernliğe olumlu bir anlam yüklediler. Bunu tümlük (totalite) olarak adlandırdılar. BU totalitarizme o kadar yakın bir kavramdır ki;  iç içeliklerini ve tehlikelerini görmemek mümkün değildir.

İkinci Kısım - Modernliğin Bunalımı

Bölüm I  -  Çözülme
Modernliğin kurtarıcı gücü, modernlik başarıya ulaştıkça tükenir. Aydınlığa çağrı, dünya karanlık ve cehalete, yalnızlık ve tutsaklığa boğulmuşken çok etkileyiciydi.
Ancak Modernizm; Modernizmin, işçilerin mesleki özerkliğini kıran, ve işçileri, bilimsel olduklarını iddia eden, ama işçinin fizyolojik, psikolojik ya da toplumsal sıkıntılarına bigane kalan, salt kâra hizmet eden bir araçtan başka bir şey olarak görmeyen, ritmine ve buyruklarına işaret edildiğinde ürkütücü bir hal alır.
Eskiden sessizlik içinde yaşıyorduk, şimdi gürültü içinde yaşıyoruz; eskiden yapayalnızdık, şimdi kalabalığın yitmiş vaziyetteyiz. Pek az mesaj alıyorduk, şimdi mesaj bombardımanında boğuluyoruz. Modernlik bizi yerel kültürün dar sınırlarından çekip aldı, sonra da bir tarafı bireysel özgürlük diğer tarafı kütle kültürü/insanı olan yığının içine fırlatıp attı.
Modernliğin ana gücü, yani yeniliğe açılma gücü, ödenecek diyetler çoğaldıkça ve insanların, sermayenin, tüketim mallarının, denetim mekanizmalarının ve silahların sayısı arttıkça tükeniyor.
Cemaatlerimizden çıkmak ve hareket halindeki topluma katılmak istiyorduk; şimdi kalabalıktan, kirlilikten ve propagandadan kurtulmak istiyoruz. Sayıları fazla olmasa da kimileri modernlikten kaçıyor. Ama pek şansları yok, çünkü modernlik merkezleri, kaynaklara öylesine tahakküm ediyor, öylesine onlara egemen oluyor ki; artık modern öncesi diye anabileceğimiz, modernliğe bulaşmamış  “iyi vahşilerin” yaşadığı bir yer yok. Yalnızca ham madde ya da rezerv işçi saklanan toplama kampları veya askeri idman alanları veya konserve kutuları ve televizyon programları dolu kenar mahalleler var.
Modernliğe övgü entellektüeller, çoğunlukla tüm modernleri ortak bir cepheye, daha somut olarak; herkesi modernliği yöneten elite bağımlı olmaya davet ederler. (s:124)
Schumpeter’in kapitalizm tanımı “Kapitalizm, yaratıcı yıkımdır.” (Bu nedenle öncelikle imha eder-AHÇ)
Her ne kadar anayasacılar İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinde görevlerden söz etmemeye karar vermişlerse de, HAK fikri Görev fikrinden ayrı tutulamaz. (Sorumlulukları tanımlanmamış olanların Haklarından bahsetmek sadece bir ön uzlaşı olabilir; ama netice vermez. Çünkü sorumluluğu olmayanın gerçekte HAKları ancak güçlünün, dilediği zaman ona bahşedeceği haklardır. Çocukların, delilerin, hastaların hakları bu tür haklardır. Aynı şekilde Kadının da sorumluluk tanımının yapılmaya yanaşılmaması mevcut kadın anlayışının yerine yeni bir Kadın tanımının zorlanmak istenmesindendir. AHÇ)
Artık söz konusu olan sadece jandarmanın emirlerine ters düşmemek değildir; O buyruklara iman etmeniz de gerekir. Duygu ve arzuları, genellikle bilim adamlarının va’z ettiği, toplumsal başarı kurallarına uydurmaktır. Modernlik, toplumun kendi üzerinde daha fazla eylem yeteneğine sahip olmasıyla tezahür ediyorsa, akılcılaştırmadan çok iktidar, özgürleştirmeden çok engellerle yüklü değil midir?
 TANRI yoksa, toplumsal iktidarın istilası karşısında Şeytan’dan başka yardım istenebilecek kimse de yok demektir.
Mahremiyet, özerkliğini kazanmış olduğu dinsel yaşam dışında, özellikle İngiltere ve Fransa’da XVI-II yüzyılda, Protestan ve Katolik reformlarıyla, sofuluk ve günah çıkarmaya verilen önem sayesinde ortaya çıkmıştı. Kısa zamanda dünyevileşti; günah çıkarma psikolojik danışmaya, kısa süre sonra da psikianalize dönüştü. (s:129)
Sanayide akılcılaştırmayı, bir numaralı kahramanı olan Henry Ford harika bir vecize yumurtlayarak tanımlamıştır: “Müşteri, siyah olması koşuluyla, istediği renkte bir arabaya sahip olabilir.”  (Saat 8 de iş başında olmak şartıyla istediğiniz vakit iş başı yapabilirsiniz. Okula göndermek şartıyla çocuğunuza istediğiniz eğitimi verebilirsiniz. Batılı gibi giyinmek kaydıyla dilediğiniz gibi işe gelebilirsiniz.  Vs. AHÇ)
Daha basit düzeyde kişisel dünya ile kolektif dünyanın birbirinden ayrıldığı görülür. Kişisel dünya cinsellik ve bireysellik, kolektif dünya ise iş ve ulustur.
19. Yüzyılın sonundan beri içinde yaşadığımız kültürel ve toplumsal alanda birlik yoktur. Bu alan modernliğin yeni bir evresi değil, çözülmesidir. Ana ilkesini kilise ve devletin ayrılmasının oluşturduğu bu dünyevileşme de hiç bir dinin dominant bir etkisi olmadığından, belki de tarihte hiç olmamış bir şeklide toplum temel ilkelerden yoksundur. Ama ilginç olan yitirilmiş bir geçmişe özlemin bu kadar az olmasıdır.
Modernlik bunalımını en iyi tanımlayan şey vakıa ile anlamın, ekonomiyle kültürün birbirinden kopmasıdır.
Her şey Anti-modern ve moderndir, o kadar ki, modernliğin en belirgin işaretinin, yaydığı Anti-modern mesaj olduğunu söylemek abartılı olmaz. Modernlik öz eleştirel ve öz yıkımcıdır. Beaudelaire’e göre “Her mevsim değişen modadaki güzelliktir.”
Teknik Akılcılığın eninde sonunda tüm ihtiyaçları karşılayacağına yönelik beklentinin gücü, teknokratları neredeyse tüm eleştirilerden muaf tutar. (s:136)
Tekniğin eleştirisi, modernliğin kopmuş parçalarından yalnız birine, modern dünyanın temel ilkesi rolünü yüklemek isteyen ideolojileri besler. Bunlardan biri; her şey ulusaldır ve dış saldırıları reddederek kapalı cemaatleri yeniden yaratmak gerekir derken; diğeri, tam aksine, her yere kendi teknikleri ve ürünlerini yerleştirmekte olan ulus ötesi işletmelerin çalışmalarını kolaylaştırmak için tüm ulusal gelenek ve savunmalar yıkılmalıdır, der. Bir başkası için ise piyasa tüm diğer örgütlerin yerine geçirilmelidir,derken, daha bir başkası ise, insanın kendini, televizyon ve video kasetleriyle yaygınlaştırılan yeni bir Dionysos dini çerçevesinde toplayabilecek bir tüm cinselliğe (panseksüalizm) teslim etmesi gerektiğini söyler.
Hem geçmiş hem bugünün post modern toplumunun merkezinde, teknik akılcılığı koruyan ve besleyen bir değerler boşluğu vardır. Claude Lefort’un demokrasinin bir ilkesi olarak tespit ettiği, bir toplumun merkezindeki iktidar boşluğunu da var eden bu değerler boşluğudur.
Ulusal bağımsızlık ekonomik gelişmenin koşuludur. Cinsellik, toplumsal bütünleşme ve kültürel üremeyi amaçlayan kuralları sorgular. Tüketim; büyük işletmelerin üretimine yol açar ve gitgide çeşitlenen talepleri karşılar......modernleştirici işlev, her an araçsal akılcılıkla bir ittifak halinde olur.(s:138)

Bölüm  II - Ben’in Yıkılması
Marx açısından da temel entellektüel rakip ÖZNE fikridir. Belki de proleterleşmenin en güçlü anında ortaya çıktığı için, Marx’ın yapıtında Özne’ye hiç yer verilmez.
Marx ilk büyük postmodern entellektüeldir. Çünkü anti-hümanisttir ve ilerlemeyi bir insan kavramının gerçekleşmesi olarak değil, doğanın özgürleşmesi olarak tanımlar... Özetle maddecilik ve özne ile mücadele.
Kapitalizmle devlet birleşerek toplumsal eylemcileri ve demokrasiyi öylesine şiddetle ezdiler ki, Batı toplumu artık şiddet ve kara kârşı, emeğin ve üretimin mücadelesinden başka bir şey algılayamaz oldu ve eylemi özendirmeye yönelik her türlü imayı ahlak ve sanat dünyasına havale etti.
Önce Avrupa, sonra da ABD’de oluşan sanayi toplumu, kaba bir kapitalizm tarafından ikiye bölünmüştür.  Bir yanda çıkar ve bireysellik ki; Schopenhauer, bu dünyanın estetik olarak ayyaşlarla dolu bir meyhane, entellektüel olarak bir tımarhane, ahlaki olarak haydut yatağı olduğunu söyler, diğer yandan da kişiye veya banka hesaplarına bağımlı olmayan bir arzu dünyası. 
Schopenhauer, insanın alemin bir parçası olma iç güdüsüyle, kendisini bireyleşmeye sürükleyen Özneleştirme hareketi arasında kaldığı için ruhen parçalandığını ve mutsuz olduğunu söyler. (s:142)
Nietzsche; “Tanrı öldü. Onu biz öldürdük.”  Der Şen Bilim’de ve ekler; “Tanrı öldü. Tanrı ölü olarak kalacak. Ve onu öldüren biziz. Canilerin en canisi olarak nasıl kendimizi avutacağız? Dünyanın şimdiye kadar sahip olduğu en kutsal ve en güçlü şey, bizim bıçaklarımızın altında kanını akıttı. Bizim ellerimizden bu kanı kim silecek? Hangi kutsal su bizi temizleyebilir? Hangi kutsal törenler, hangi tövbe ayinleri bulmamız gerekecek? Bu suç bizim boyumuzu aşmaz mı?  Bu eyleme layık olmamız için bizim bir Tanrıya dönüşmemiz gerekmeyecek mi?”
Nietzsche; “Doğrunun dünyasını yıktık. Bize neyin Dünya’sı kaldı? Görünüş dünyası mı acaba? Ama hayır!  “Doğru Dünya” ile birlikte “Görünüş Dünyasını” da yıktık.
Modernliğin içinde birçok yol vardır. Bu yollardan en çok aşındırılanı ise Nietzsche’nin İngiliz düşüncesi dediği ve en şiddetli şekilde red ettiği menfaatçiliktir/faydacılıktır. İnsan görünüş dünyasına kapanarak yaşayamaz. Fransız uygarlığı da İngiliz Uygarlığı kadar nefret uyandırıcıdır, çünkü hayat ondan da elini ayağını çekmiştir ve kültür nesneleri onda da boşlukta yüzmektedir.
Gilles Deleuze : “Bilinç hiç bir zaman bir ben bilinci değil, kendisi bilinçli olmayan bir Ben’in bilincidir. Efendinin bilinci değil, bilinçli olması gerekmeyen bir efendiye göre bir kölenin bilincidir.”        
Özne (ya da halk dilini kullanacak olursa, Ruh) belki şimdiye kadar en tartışılmadık kalan dinsel tema olarak kalmıştır; bunun nedeni: her türden ölümlüye, zayıflara ve mazlumlara, zaafı, kendi başına bir özgürlük, bir liyakat olarak gösterebilmek gibi müthiş bir kandırmaca gücüne sahip olmasıdır.
Nietzsche; Modernliğin, bilincin kontrolünde, kendinden ayrılıp bir tanrıyla, insanın boyun eğmesi gereken bir insanlık dışı güçle özdeşleşerek kendi kendisine, kendi insan tanımına yabancılaşması olduğunu söyler. Modernlik; insanı, nihilizme, düşüşe ve önüne geçilmez bir yok oluşa götüren süreçtir.
Nietzsche’de “üstün insan amor fati’ye ulaşan kişi, Zerdüşt’ün deyişiyle ”kendisindeki en iyiye ulaşabilmek için en kötüye gereksinimi olduğunu bilen kişidir.”..  “Her şey geçer ve her şey geri döner. Varlık çarkı sonsuza kadar döner. Her şey ölür ve her şey doğar; İlahi yıl sonsuza kadar sürer. Her şey kırılır, her şey yapılır. Varlık’ın, var oluşu sonsuza kadar ayakta kalır.” (s:148)
Modern toplumda doğalcılık ve maddecilik egemenlerin felsefesidir. Buna karşılık bağımlılık şebekelerinin ve ideolojilerin içerisine kıstırılmış olanlar, kendilerini eylemleri ve toplumsal ilişkileri dahilinde keşfedemediklerinden dolayı –çünkü toplumlarına yabancılaştırılmış ve teslim alınmışlardır – kendileriyle bir ilişki kurmak, kendilerini özgür özne olarak kanıtlamak zorundadırlar.
Freud, bir yanda haz, diğer yanda yasa vardır; bunlar öylesine birbirlerine karşıt dünyalardır ki, bir arada düşünülmeleri olanaksızdır.....Freud’un düşüncesinin varış değil, çıkış noktasına tekabül eden böylesi bir ikiliğin asla ortadan kalkmadığını ve Freud’un düşüncesinin hiç bir ahlakileşme veya toplumsallaştırma endişesi ile bağdaştırılamayacağını kabul etmek gerekir.
Freud’un düşüncesi Hobbes’unki ile birleşir: Doğal durum herkesin herkesle savaşma durumudur. Toplumsal yaşamın örgütlenmesi, insanın doğal eğilimlerini temel almak yerine, bu eğilimlerden kopmayı hedeflemelidir.
Freud: “Toplumsal yaşama uyum ancak baskı ile oluşur” S:157)
Kapitalist dünya ne paranın şiddetinden ne de toplumsal düzenin katılığından öz veride bulunur; ikisinin de kendisi için vazgeçilemez olduğunu bilir. Bu da hem kazanma düşüncesinin kışkırtılmasını, hem de iş dünyasında olduğu gibi eğitim dünyasında da kesin kuralların dayatılmasını gerektirir. Freud’daki, “arzu ve yasa” arasındaki bu karşıtlık kapitalist toplumun üzerinde durduğu 2 karşıtlığı açıklayıcı niteliktedir. Bunlar bir yandan, kazanım arzusunun güttüğü burjuvalar ile disipline boyun eğen işçiler, öte yandan da, rekabet ya da paranın egemenliğinde olan iktisadi yasalara, kurallara ya da sözleşmelerle boyun eğdirilmeye çalışılan özel yaşam arasındadır.
Roheim; “Yüceltmede, Üstben BEN’in(Id) topraklarını işgal etmez, tam tersine, Üstben İd’in istilasına uğrar.” Libido cinsellikten uygarlığa doğru yükselir, çünkü her şeyden önce toplumsal bağdır.
Durkheim, Freud’a yakındır. Tıpkı O’nun gibi, modern toplumun arzu insanına, aşılması git gide daha güç olan zorunluluklar dayattığını düşünür.     
Tıpkı iktisat tarihçileri gibi, sosyologların gözünde de, kar ve güçlülük isteği; piyasada olmakta olan savaş ve işletmelerde işçilere dayatılan baskıların, akılcılığın yumuşatılmış imgesinde tolere edilemeyeceği apaçık olduğundan dolayı, kapitalizmin zaferi (Tanrı’nın halifesi olan-AHÇ)  “insan” imgesinin sonu anlamına gelir.
Durkheim’ın dediği gibi: “modernlik ilerledikçe mutluluk geriler ve engellenmişlik duygusu artar.”   (s:169)
En güçlü ve özellikle Viyana kültüründe egemen olan tepki, kişisel kimliğin bunalımıdır. Karl Schorske ve Jasques Le Rider, her şeyden önce erkek kimliği açısından geçerli olan bu bunalımın ana çizgilerine değinmiştir. Yıkılan kimliğin yerinde bütünlüğünü yitirmiş ve kimliklerini değiştirmiş bir dünya oluşur. BEN ‘in bu belirsizliği kaygı veren birçok belirtinin yanında olumlu yönlerini de taşır. Lakin hem fikir oldukları konu;  BEN’in krizinden en ağır hasarı “insani” niteliklerin aldığıdır.
Robert Musil, Mach’ın kullandığı anlamda niteliksiz insandan söz eder, ama buna bir yandan da, Tanrı’yı tanımlanamaz bir varlık olarak tanımlayan ve insanı, her tür tanımlamanın ötesinde O’na yaklaşabileceği yolu bulmaya davet eden Eckhart’ın yüklediği anlamı verir.
Hem gelenekçi toplumun, hem de klasik akılcı düşüncenin tükenişi, kolektif kimliğin savunulması yönünde daha kitlesel bir hareketi kışkırtmıştır. Ve bu hareket, milliyetçiliğin yükselişine eşlik ederek Nazizm’in kör edici aydınlığı ile son bulur. (s:173)
Ama liberal entellektüeller de milliyetçi entellektüeller de, modernliğin bunalımını aşmakta aynı derecede yetersizdirler. Akılcı ya da halkçı, bir dünya vizyonunun birliğine ulaşmaya çalışırlar. Bu da, birinci durumda giderek daha geçici bir söylemin, ikincisinde ise giderek daha vahşi çığlıkların duyulmasına neden olacaktır.

III. Bölüm – Ulus, İşletme, Tüketici
Cinsellik, kâr, gereksinimler... Bunlar öyle güçlerdir ki; ilişkileri, birbirlerini tamamlayıcılıkları, özellikle de karşıtlıkları sanayi toplumunun eti ve kanıdır. Bu durumda modernliği sadece araçsal aklın zaferi olarak görenler, öylesine yoksullaşmış bir imgeye savaş açarlar ki, hiç bir gerçek başarı elde edemezler. Yaptıkları sadece gerçek güçlerin, yani sanayi toplumunda etkin olan cinselliğin, milliyetçiliğin, kârın ve tüketiciliğin eylemini bir takım kurumsal ifadelerle süslemektir.
Ulusal kültürü özellikle de okul aracılığı ile yaratan, ulus devlettir. Bu ulusal kültüre toplumsal bilinci yaratma rolünü yükleyen Durkheim’cı bir görüştür. Devlet; okul, kamu ve ordu sayesinde daha önceden hazırlanmış bir kültürü, özellikle de ulusal dil haline gelen bir dili yayar, genelleştirir ve dayatır. Bu akılcı, özellikle de Modernist bir yaklaşımdır ve temel amacı, siyaseti ulusun ya da halkın hizmetine sunma iddiasında olan – sanki bunlar ulus devletin eyleminden önce mevcutmuş gibi – milliyetçilikle mücadele etmektir.
Gellner, milliyetçiliğin tepeden, devletten geldiğini iddia etmekte haklıdır, ama bu devletin büyük merkezi güçlerin hegemonyasına direnebilecek güçleri harekete geçirebilmek için tarihten ve miras edinilmiş unsurlardan destek alması gerektiğini görmemekte haksızdır. Milliyetçilik, geleceğe ve modernliğe hizmet etmek üzere geçmişin ve geleceğin seferber edilmesidir.  (s:177)
Milliyetçilik, toprağının kültürlerini modernlik rüzgarına açar, ama aynı zamanda da modern olmaktan çok modernleştirici bir ulus var eder. Ülke modernliğin merkezlerinden ne kadar uzaktaysa ve emperyalizmin ne kadar tehdidi altındaysa, milliyetçilik köklerine ve geleneklerine o kadar bağlanmak ihtiyacı hisseder.
Tüketimin ikinci boyutu toplumsal düzeyin dile gelişidir. Çünkü her birimizin kendi zevkimiz olduğunu düşündüğümüz şey, aslında toplumda sahip olduğumuz yer ve bu yerin yükselme ya da alçalma eğilimi tarafından belirlenir. Yani tüketim sıkı sıkıya toplumsal statü tarafından belirlenir.
Toplumdaki değişim öyle derindir ki, henüz hazmetmiş olduğumuzu söyleyemeyiz. Tüketim sözcüğü hala olumsuz bir imajın damgasını taşır. Üretim ise olumlu şeyler çağrıştırır ve ister tüketime güvenen, ister eleştirel olan, akılcı tüketim kuramları; tüketimi, yaşam düzeyini ve sistemin eylemcilerini denetleme mekanizması olarak kullanma çabasındadırlar.
Tüketimi çıkar ve toplumsal statüye indirgemek olanaksızdır, çünkü tüketimde bir o kadar da baştan çıkmanın, kabilesel gösteriş ve narsizmin de payı vardır. Bunlardan hiç biri piramit biçimindeki bir üretim toplumunun tek simgesi değildir.(s:185)
Modernlik fikri, Tanrı’nın yerine toplumu koymuştu. Bunu herkesten çok Durkheim açıkça dile getirmiştir. Günümüzde, modernliğin bunalımı toplum fikrini ortadan kaldırıyor. Bu fikir birleştirici bir ilke, hatta daha ötesinde, iyilik ilkesiydi. Buna karşılık kötülük toplumsal bütünleşmeye karşı olan şey diye tanımlanıyordu. Rollerimizi oynayalım, ödevlerimizi yerine getirelim aynı anda da yeni gelenleri ve sapkınları yeniden eğitmesini bilelim.
Çoğu zaman toplumsal düzenin ve toplumsal oyun kurallarının gerekliliğine inanırız. Şiddetten de yalnızlıktan da korkarız. Ama bireyi, yurttaşa ve topluma karşı korumasını ve eskiden bütünleşme diye adlandırdığımız şeye de denetim ya da insanların kullanılması demeyi de öğrenmiş durumdayız.
Bunalımlı modern toplum, tekniklerle olduğu kadar savaşan tanrılarla da doludur. (s:190)
Bizi kendimizden koparıp oyalanmaya/eğlenceye iten bir iletişim üretimi... Giderek iletişim teknikleri dünyasına daha fazla gömülüyoruz.
Georges Friedmann iş bağlamında, kapitalist ya da bürokrat tarafından sömürülenin sadece proleter değil, daha sofistike biçimde, bilimsel diye dayatılan kurallar ve iktidar aygıtları tarafından yabancılaştırılan, her tür eylem ve kimliğini savunma yeteneğinden yoksun bırakılan ÖZNE’nin de olduğunu söylemekte haklıdır. Toplumumuz teknikçi bir toplum olduğundan, bahsedilen iktidar araçsal değildir; şiddet, kâr ve güç arayışı fetih ruhu ile çalışır.

IV Bölüm: Entellektüeller Modernliğe Karşı :
20. Yüzyılda entellektüellerle tarihin ilişkisi tersine döner. Bunun birbirine zıt olan iki nedeni vardır: Birincisi, modernliğin kitle üretim ve tüketimine dönüşmesi ve modernlik üreticilerini en akıl dışı taleplerin hizmetine sunan kalabalıklar tarafından aklın istilaya uğramış olmasıdır. İkincisi ise, modern aklın dünyasının modernleşme siyasetleri ve milliyetçi diktatörlüklere gitgide daha bağımlı olmasıdır.
19. Yüzyılın ortasında entellektüeller nasıl gelecek hülyasına kapılmışlarsa, 20. Yüzyıl ortasında da o derece felaket, anlamsızlık ve tarihsel eylemcilerin yok oluşu duygusunun etkisinde kaldılar. Fikirlerin dünyayı yönettiğine inanmışlardı; sonuç olarak barbarlığın, mutlak iktidarın yada tekelci devlet kapitalizminin önlenemez yükselişini mahkum eder hale geldiler.
Akıldan ayrılan bireysel Özne, siyasal ya da iktisada bağımlı hale gelir.
Horkheimer, “Özne’nin uyanışının bedeli, iktidarın tüm ilişkilerin merkezine oturmasını kabul anlamına gelir. Özne’nin filozofları bizi boyun eğmeye çağırır; hiç bir şey toplumun örgütlenmesine kayıtsız kalan ve soyut bir ahlaklılıkla şiddetin yan yana barınmasına izin veren bir bireyciliği talep etmek kadar tehlikeli değildir. Tersine tam olarak gelişmiş bir birey, tam olarak gelişmiş bir toplumun mükemmelliğidir.
Modernlik tarihi; birey, toplum ve doğa arasındaki yavaş ama kaçınılmaz kopuşun tarihidir. Augustinus’culuk sonunda Tomasso’culuk ve Hıristiyanlığı yener ve insan Öznesinin zaferini destekler. Bundan yararlanarak da kendi ahlakiliğini yani bireyi topluma tabi kılmayı başarır. Bu modern toplumda ailenin çözülmesi ile birlikte tecrit edilen birey, devlet iktidarının keyfine tabi kılınmıştır. Tıpkı akla çağıran tiyatronun tersine, sinema kültürünün toplumu biçimlendirmesi gibi. Sinema, akıp gitme hızı ile insana düşünme fırsatı vermez.
Horkheimer’la birlikte tarihselcilik ve bu tarihselciliğin mutluluğa ve özgürlüğe gidişe duyduğu güven tasfiye edilmiştir.
Horkheimer’ın temel tespiti; teknikliğin başarısı değil, toplumu önce şantiyeye sonra bir çalışma kampına indirgeyen totaliter iktidarların mutlak zaferidir. Aklın, teknikçilik ile böylesine özdeşleştirilmesinin yarattığı çözülmenin elinden ne ahlak, ne hukuk, ne de sanat kurtulabilir. (s:198)
Horkheimer ve Adorno, iktisadi iktidarın başkalarına tahakküme dönüşen iktidarını değil, hesaba, öngörüye yani akla dayalı ticaretin var ettiği toplumun özlemini çeker. Kapitalizm ilerledikçe, tıpkı merhamet ve insanilik duyguları gibi akılcı düşünceyi de yok eder. Modern toplum modeli Sade’nin Juliette’te anlattığı modeldir: Doğa(kadın), şehveti uğruna aşkı unutmuş, ulvi duygularından soyunup teknik bir aklın elinde kalmış kültürün(erkek) tahakkümündedir.
Gerçekten de emekçiler, eğer yalnızca kurbansa, demokrasi imkansızdır ve insanın, görevi anlamak ve uygulamak olan totaliter rejimlere tam itaattir.
Toplumsal hareketin hızlanmasının, hem daha fazla karmaşıklık, hem daha fazla denetim, hem daha fazla belirsizlik, hem de özgürlük olanağını da birlikte getirdiğini kabul etmek zorundayız.
Marcuse, “ Freud, modern kültür her şeyden önce kutsiyet bozucudur, cinselliği, tamamen cinsiyete ve gereksinimlerin hemen ve doğrudan tatmini arayışına götürür. Her mesafe koyma, Brecht’in ifadesi ile her “çift boyutluluk” ortadan kalkmaya yönelir. Bu da sanayi toplumlarında ölüm içgüdüsünü zafere ulaştırır ve sanatı öldürür; “Haz ilkesi gerçeklik ilkesini yutar; cinsellik toplumsal olarak özendirici şekiller altında özgürleştirilir. (daha doğrusu liberalleştirilir.)
Entellektüel olsun ya da olmasın 20. Yüzyılın sonunda Batı’da yaşayan hiç bir insan, bütün “mana”larını yitirme endişesinden, özel yaşamın, Özne olma kapasitesinin propaganda ve reklamlarla, toplumun kütleye, aşkın hazza dönüştürülerek kuşatılmasından kendisini kurtaramaz.
Tanrısız yaşayabilir miyiz? Bir kaç yüzyıl boyunca Tanrı’yı akla indirgeyebileceğimizi düşündük; sonra Nietsche ve Freud, bizi o Tanrı’nın yerine yaşamı ya da yasayı koymayı öğretti. Ancak bu savunma hattımız da bozguna uğruyor.  Modernliğin, toplumsal faydanın, işlevselliğin bireysel duruşlar toplumu için getirmiş olduğu hareketleri değerlendirme ilkesi her şeyi kuşatıyor. (s:209)
Suçluları hapishaneye, öğrencileri yatılı okullara, hastaları hastaneye ve işçileri fabrikalara kapatan toplum, bir normalleşme sistemi değildir. 
Çok yavaş çalışan işçi veya öğrenci, diğerlerinden ayrılır. Böylece işsizliğe yönlendirilir ve bir gün kendine anormal yaftasını yapıştıracak olan özel kurumlara kapatılır.
Ne zaman ki toplum yalnızca eylemiyle tanımlanır oldu, deliye toplumda yer kalmadı. Bununla birlikte yok sayılmadı da; kapalı bir yere hapsedildi; bu da yok sayılmanın bir türüydü. (s:217)
20. Yüzyılın ikinci yarısına egemen olan, kuramla pratiğin kopmasıdır. İlerlemeciliğin yıkıntılarının üzerinde, zekalarını, işletmelerin, hükümetlerin ya da kendi kişisel başarılarının hizmetine sunanlarla modern dünyada her şeyden önce toplumsal denetimlerin yaygınlaşmasının artışını görenler birbirinden ayrılır.
Entellektüeller, giderek bir “insanları istenilen biçime sokma” makinesi olarak tanımlanan modern topluma getirdikleri goşist (en uç sol düşünce-AHÇ) eleştirilerinin içine kapandılar. Bulundukları yer gerçeğe tekabül etmiyordu, çünkü her ne kadar modern toplum giderek daha yoğun sinyaller taşıyan bir şebeke haline gelmişse de, bu sinyallerin normlardan daha az etkili olduğunu, özellikle de toplumsallaştırma etkilerinin giderek daha zayıfladığını unutmamak gerekir.
Entellektüel yaşam neden kitlesel bir biçimde modernliğin reddine ve hayattan böylesine uzak bir eleştiri dünyasına sürüklenmeyi kabul etti? Entellektüeller sokaktan gelen sesleri neden bu kadar az ve bu kadar kötü dinliyorlar.

V. Bölüm : Modernlikten çıkış yolları
Modernlikten, bir tutum ya da toplumsal örgütlenme biçimini gelenek-modernlik ya da azgelişmişlik-çok gelişmişlik çizgisindeki yerine göre değerlendirmeyi bıraktığımızda çıkarız. (s:227)
Modernist ideolojinin bunalımına iki şekilde yanıt vermek mümkündür: İlki post modernistlerin verdiği yanıttır ki; modernliğin geri çevrilmesinin mümkün olmadığını söylerler. İkinci olarakda, modernliğin savunulabileceğini ve genişletilebileceğini, böyle de yapılması gerektiğini belirtirler. Ki benim de savunacağım görüş budur.
Pazar ve Getto
Artık merkezi toplumsal çatışmaların egemen olduğu bir sanayi toplumunda değil, bir tür aralıksız değişimler akımının içinde yaşıyoruz. Sanki tehlikeli bir ırmağa ya da denize doğru sürükleniyoruz ve büyük çoğunluğumuz beklenmedik tehlikelere karşı tedbir arayışı ile sürekli gerilim altında. Kimleri boğuluyor, kimileri akıntıya kapılıyor kimileri de yarışı kazanıyor. Toplum fikri yerini Pazar fikrine bırakıyor. Bu değişim, komünist sistemlerin çöküp, her ne pahasına olursa olsun kendilerini o pazar ekonomisi denen belirsiz ırmağın ortasına attıklarından beri dramatik bir hal aldı.
Üretim, tüketim ve iletişimin efendileri ile toplumsal çoğunluğun arasındaki karşıtlık sağ-sol düşüncesine de yeni yön verdi. Sağ, artık tepedeki insanları değil öndeki insanları savunur ve değişimin toplumsal maliyetini düşürmesi için toplum stratejistlerine güvenir oldu. Sol giderek aşağıdakilerden çok dışlanmışları savunur ve Kuzey-Güney dengesizliklerine, gezegeni tehdit eden olaylara, kültürel ve toplumsal dışlanmışlıklara daha da duyarlı hale geldi. Sol ruh, çoğunluğun adına değil, artık azınlığın adına konuştuğundan sıkıntılar içindedir. (S:231)
Toplum giderek ideolojik, hatta siyasal hedeflerin kaybolduğu bir pazara benzedikçe, geriye kalan ancak para için mücadele ve kimlik arayışıdır. Toplumsal sorunlar yerlerini toplumsal ve siyasal alanın altından veya üstünden dışına taşan ve onun içeriğini boşaltan bireye ya da dünyaya ait, ama toplumsal olmayan sorunlara bırakır.
Dev bir tasarı taşıyan inanç adamları her zaman kendi inançlarını ve iktidarlarını dayatmaya çalışırken, para en az “kişiye bağlı” niteliğe sahip olduğundan (kul seçerken insan ayırt etmediğinden-AHÇ), efendilerin en yumuşağı gibi durmuyor mu?
Sadece bir pazar olan toplum yoktur. Pazarın gettolara yanaştığı, yenilenme ve hareketin dışlanmış bölgeleri kuşattığı ülkeler vardır. Bunlar, (Abd’nin uzun zamandır çarpıcı ve kaygı verici modeli olduğu) parçalanmış toplumlardır. (s:232)
Sürekli yenilenme hareketinden ve kararlardan dışlanmış olanların, artık sınıf kültürü, işçi ya da halk çevresi gibi bir dayanak noktaları yoktur. Kendilerini yaptıklarıyla değil, yapmadıklarıyla tanımlarlar, yani işsizlik ve marjinallikle. Bu değişim toplumu, aynı zamanda bir arıza ve hareketsizlik toplumudur.
Toplumsal yaşam bir maratona dönüştüğüne göre, kimilerinin yarışı kazanmak için mücadele ettiği, kimilerinin mesafe açılmasın diye, kimilerinin de kendi hallerine bırakılmaktan korktukları için kulvarda kalmaya çabaladığı, kimilerinin de bol bol toz yutup, tükenerek yarışı bıraktığı görülür.
Postmodernizmler
Postmodern konumu tanımlayan şey, hareketli pazarlarda stratejiye dönüşen teknik akılcılıkla, “farklılıkları” içine kapanan toplulukların tümüyle birbirlerinden ayrılmasıdır. (s:235)
Toplumun artık bir birliği yoktur, dolayısı ile hiç bir kahraman, hiç bir toplumsal sınıf, hiç bir fikir anlamın tekelini eline alamaz.
En yoksul toplumlarda kaos ve şiddetle sonuçlanan, ama zengin toplumlarda cennete dönüşen; toplum hayatının çözülmesi tüm hızı ile devam ederken, bütünleşme ve dayanışmaya yönelik çağrılar ne kadar da boş görünüyor.
Pazardan başka bir şey olmayan toplumda, herkes başkalarından çekinmeye, uzak durmaya ve sadece ticaret üzerinden ilişki kurmaya çalışır; “öteki” kolayca, mutlak bir tehdide dönüşebilir.  (s:246)
Ya o, Ya ben. Benim toprağımı istila ediyor, kültürümü yıkıyor, bana yabancı ve benimkini tehdit eden bir kültürü ve çıkarı dayatıyor. Dünyanın birçok yerinde görülen, kimi zaman mutlak bir çokkültürcülüğü savunan ve dayatan bir ideolojik baskı biçimini alan bu mutlak farkçılık, bu sınırsız kültürel çoğulculuk, kendi içinde ırkçılığı ve dinler arası mücadeleleri de taşır. Toplum yerini birbirlerine tamamen yabancı olan beyaz ve zenci, erkek ve kadın, dindar veya laik kutuplaşmaların muharebe alanına bırakır.
İki eğilim arası
Modernleşme, asla salt teknisyenlerin eseri değildir. Her yerde devlet, ulusal ya da dinsel hareketler, işletmelerin kar isteği ve fatihlerin gücü tarafından yönlendirilir.
Akılcılığın zaferi gibi görülen çağdaş dünya, onun çöküş alanı da olmuş gibidir.
Modern toplum kuruldukça, aklın bu zaferi yerini amaçların akılcılığından, yöntemlerin akılcılığına bırakır, yöntemlerin akılcılığı da yerini tekniklerin akılcılığına bırakır. (Çocukları hayata hazırlamamız onlara terbiye vermemiz amaçtır. Okul bir yöntem olarak önerilir. Bir okula gitmek ve orda günlük hayatta hiç kullanılmayacak bilgiler almak amaç olur. Ama bu bir yarışı getirir ve okulda öne geçme isteği tekniklerin gelişmesine neden olur. Test tekniğinde başarılı olmak okula gitme yönteminin önüne geçer. Ve çocuk gerçek hayatta, hiç bir işe yaramayacak olan test çözme tekniğinde ustalaşır. Bu arada çocukları okula göndermekteki amaç; hayata hazırlama ve terbiye tamamen unutulur. AHÇ)
Bazı eğitimciler, çocukları ailelerinin, çevrenin, dinin ve yerel kültürlerin baskısından kurtarabilmek ve akılcılığın yoluna götürebilmek, matematiksel fikirlerin ve aydınlığın yoluna sokup birer aydına dönüştürebilmek isterler. Ancak bu çok soylu bir ifade imiş gibi dursa da içinde bir sürü zaafı barındıran bir girişimdir. Çünkü okullar toplumsal ayrımcılıkları ve eşitsizlikleri güçlendirici rol üstlenmişlerdir.
Bu araçsallıkla (burada dersler ve sınavlar) çocuklara yaklaşmak, çocukların yaşama arzusu ile mesleğe hazırlanma, kültürel, ulusal, dini kimlik edindirme süreci arasında çocuğun kişiliğini parçalamaya neden olur. Böyle ikiye bölünmüş bir okul mantığının başarısından söz edilebilir mi? Bir yanda toplumsal yararlılıkları varsayılan bilgileri aktarma görevine indirgenmiş eğitimciler, diğer yanda aldıkları eğitimden bambaşka bir kültür evreninde yaşayan çocuklar. Okula ilişkin bu söylemin başarısızlığı, reddedilmesi gereken akılcılığın çöküşünü kanıtlar. (248)
“Akılcılaştırılanlar”dan oluşan bir elitin, iktidarının maskesi olduğu fark edildiğinden beri, aklın, aydınlatıcı, kurtarıcı, özgürleştirici çağrısının kimse tarafından dinlenilmemesi tehlikesi belirmiştir.
Bugün en acil sorun büyümenin denetimi değil despotluk ve şiddetle mücadele, hoşgörünün ve “öteki”nin kabulü fikrinin sürdürülebilmesidir. 
Bir yanda herkes kendi öznelliğinin içine kapanıyor ki bu; en iyi olasılıkla ötekinin unutulması, daha sık karşılaşılan biçimiyle “öteki”nin reddi sonucunu doğuruyor. Öte yanda göç hareketleri merkezi konumdaki ülkeleri güçlendiriyor ve diğer ülkelerle olan aradaki uçurumu ve saflaşmayı artırıyor.
Cinsellik, tüketim, işletme ve ulus giderek birbirlerine eklemleneceğine, birbirine teğet geçen ya da birbirlerini bilmezlikten gelen ayrı dünyalar var ediyor. Bunların arasında kamu alanı boşalıyor ya da rakip çetelerin birbirleri ile çatıştığı, şiddetin zincirden boşandığı mahalleler arası boş arsaya dönüşüyor. (s:252)
Kimi aceleci “akılcı”ların faşizm, komünizm ve Üçüncü Dünyacı Milliyetçiliğin üstesinden gelmiş olan “Batılı” değerler çerçevesinde birleştirdiklerini iddia ettikleri dünya, realitede öznel-nesnel ya da sermaye–emekçi arasında parçalanmış bir dünyadır.
Bir yanda dünya küreselleşmiş gibi duruyor, öte yanda sınırsız bir çokkültürcülük gösterisi devam ediyor.
Pazar yasası; toplumları, kültürleri ve toplumsal hareketleri ezerken; kimlik takıntısı, insanları ancak baskı ve fanatizmle ayakta durabilen topyekun bir siyasal keyfiliğin içine kapatıyor.
Aydınlanma’nın getirdiğinden daha iddiasız, ama kültürlerin ve bireylerin çeşitliliğini korumakta kararlı yeni bir modernlik anlayışı tanımlayamazsak, Eski Düzenlerin yıkılışı ve sanayi devrimleri sırasında yaşadıklarımızdan çok daha şiddetli tufanlar yaşayacağız demektir.

Üçüncü Kısım – Öznenin Doğuşu
Bölüm I – Özne
Bize antimodernlik gibi sahte umutlar, sahte yanıtlar veren parantezleri bir an önce kapatmalıyız. Günümüz fikri, modernlik fikrini kabul etmekte ve onaylamaktadır. Kendi geleneğine, toplumsal örgütlenme ya da dinsel inanç biçimlerine ya da içine kapanmış bir cemaate çağrıda bulunanlar, bir avuç ideolog ve despottan ibarettir.
Saflığa, özgünlüğe övgü giderek daha da sahteleşiyor. Yöneticiler, Pazar Ekonomisinin kuşatmasını istedikleri kadar afaroz etsinler; insanlar, bu ekonominin cazibesine kapılıyor. Tıpkı Müslüman ülkelerin yoksullarının Körfezdeki petrol alanlarının ya da Orta Amerika’nın küçük memurlarının Kalifornia ve Texas’ın cazibesine kapıldıkları gibi.
Hepimiz modernlik teknesine binmiş durumdayız. Aslolan gemide forsa olarak mı, yoksa bir takım tehlikeli beklenti ve endişelerin bilincinde elleri bagajlarında yolcu olarak mı bulunduğumuzdur.
Hiç bir şey modernliğin, iktisadi etkinliğin aşırı kontrolsüzleşmesi ile tanımlanan kapitalizmle özdeşleşmesine izin vermez. Tam tersine, Fransa’dan Almanya‘ya, İtalya’dan Türkiye’ye, Japonya’ya, Brezilya ya da Hindistan’a kadar tarihsel deneyim, devletin modernleşmedeki rolünün neredeyse genelleştiğine işaret eder.
Kapitalist sistemin bir kaç merkezinin dışında modernleşme daha çok dayatılan, hatta otoriter yöntemlerle gerçekleştirilmiştir.  (s:259)
Akılcılaştırma olmaksınız modernlik olmaz; ama kendisini hem kendine, hem topluma karşı sorumlu hisseden dünya içi bir öznenin olmadığı yerde de modernlik olamaz. Modernliği, kapitalist modernleşme yöntemiyle karıştırmamak gerekir.
Modernlik, karşı-gelenektir; sözleşmelerin, gelenek ve inançların devrilmesi, yerellikten çıkılarak evrenselliğe girme ya da doğal durumdan sıyrılıp akıl çağına adım atmadır.
Militanlık döneminde devlet okulunun hayali, çocukların aklından inançları ve ailenin etkisini çıkarmaktı. Ancak kısa bir sürede bu amaca ulaşamayınca inançların; bilim ve toplumsal değişimin etkisiyle eninde sonun yok olacaklarını düşünerek, dinin ve ailenin dünyası ile güç ve kontrol kendinde olmak kaydı ile geçici bir sulh yaptı.
Weber ; “Dünyanın büyüsünü bozan modernlik, aklın zaferine indirgenemez. O aslında, tanrı ile insanların dünyası arasındaki ilişkinin ortadan kalkması, yani nesnel bilgi ile öznenin birbirinden ayrılmasıdır.” Der.
Modernliğin tek bir vechesi değil, birbirleriyle karşılıklı konumlanan iki çehresi vardır ve bunların arasındaki diyalog modernliği oluşturur. O iki çehre de Akılcılık ve Özneleşmedir.
Klasik, “devrimci” modernlik görüşü yalnızca akılcı düşüncenin özgürleşmesini, tanrıların ölümünü ve dava adamlığının yok oluşunu dikkate almıştır.
.... yani kadınları, çocukları, işçileri, sömürgeleştirilmiş olanları akılcılığın idolü seçkin sermayenin emrine vermenin gerekliliği fikri dayatıldı.   
Modernlik bir şeye uygun davranma idealini reddeder; bunun tek istisnası, uyulması gereken örneğin özgür eylem olarak sunulduğu durumdur. (Modernist Aklın saldırmadığı tek kutsal “menfaat”tir. AHÇ)
Özne bireyin eylemci olarak var olma ve eylemci olarak kabul görme isteğidir. (s:265)
Uygarlık hastalığı tam da budur. Bir yandan narsist bir bireycilik yaşarız, diğer yandan bir özne olma isteği duyar buna estetik ya da dini anlamlar yükleriz, diğer bir yandan da “kendi işimizi “yapar, modern hayatın bize yüklediği sorumlulukları yerine getiririz. Birkaç hayatımız birden vardır ve bu hayatların BEN’in kimliği ile ters düştüğü duygusunu öylesine şiddetli yaşarız ki, kimliğimizden bir uyuşturucu aracılığı ile ya da en kolayından gündelik hayatın dayatmalarına sorgulamadan teslim olarak, kaçarız.
Özneleşme, bireyin aşkın değerlere tabi olmasının tam tersidir.(Reddidir-AHÇ) Eskiden insan Tanrı’da kendi izdüşümünü buluyordu, ama modern dünyada; insanın kendisi değerlerin temeli haline geldi, çünkü ahlakiliğin ana ilkesi olan özgürlük, kendi kendisinin amacı olan bir yaratıcılık olmuş ve tüm bağımlılık biçimlerine karşı çıkmıştır. (s:267)
Özne vicdan azabını kırdığı kadar, vicdan huzurunu da kırar. Ne suçluluk duygusuna, ne de Ben’den haz duymaya çağırır. Bireyi ya da grubu, kurulu düzene ve toplumsal dayatmalara karşı bitmek tükenmek bilmeyen mücadeleler üzerinden kendi özgürlüğünü aramaya çağırır.
 Yüzyıl önce Weber, kanaat ahlakının yerine sorumluluk ahlakının zaferine çağrıda bulunuyordu. Bugün ise, hayranlık duyduğumuz kişiler iyi işçi, iyi yurttaş, iyi köle olmayı yani tanımlanmış sorumluluğu reddedenler ve bir din ya da insan hakları adına başkaldırmış olanlardır.
Horkheimer, “Aklı savunmak için akıl yeterli değildir.”  Demekle yüzyılımızın en derin kelimelerinden birini dile getirmiştir.
“..en üstün tutum, bireyin dünyanın düzeniyle uyumlu olmasını sağlayan tutumdur. Dünyevileşme nesnel aklı salt öznel akıl olmaya indirgediğinden dolayı, bu görüşü zayıflatır.” (Tanrı bilincinin yerini akıl aldığında; bireyi, menfaatten toplumsal faydaya yönlendirecek motivasyon aracı da kalmıyor. AHÇ)
Modernlik, kendisini her şeyden önce dine karşı vermiş olduğu mücadele ile tanımlamıştır.... yapılması gereken dinin karanlığı ile modernizmin aydınlanması arasındaki kopma fikrinin reddedilmesidir, çünkü modernliğin öznesi dinin öznesinin dünyevileşmiş torunundan başka bir şey değildir.
Dinselliğe geri dönüş, Kiliselere yeniden etki kazandırmıyor. Kiliseler, tıpkı modernleştirici ve din karşıtı olan partilerin çöküşü gibi çökmeyi sürdürmekteler. (s:273)
Pozitivist olduklarını söyleyenler çoğunlukla kendilerini, tıpkı August Comte gibi, toplum dinine verirler; ulusa, proleteryaya  ya da ahlakçılığa tapınmayı ortaya çıkarmış olan dünyevileşmiş eskatologya biçimleri de azımsanmayacak kadar çoktur.
Modern insan, sürekli bir biçimde toplumun mutlak iktidarının tehdidi altındadır. Ve alnına totalitarizmin karası çalındığından, bizim yüzyılımız özne fikrini otoriter iktidara direnmenin temel ilkesi olarak kabul etmeye, önceki yüzyıllardan çok daha eğilimlidir.  
Özne fikri, çok güçlü biçimde kendi toplumlarını yutmuş olup yine de o toplum adına konuşan totaliter ya da en basitinden bürokratik devletlerin, yani topluma söz hakkı verdiğini iddia eden, halbuki toplumu çoktan iştahla midesine indirmiş vantrilok devletlerin şeytansı bir biçimde kendilerini beğenmelerine tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Auguste Comte, toplumun yaşayanlardan çok ölülerden oluştuğunu iddia eder. (Ölülerce idare edildiğini- AHÇ)  (s:279)
Weber kapitalizm ve modernliği tanımlamak için “dünya içinde çilecilik” diyordu. (Doğulular kazandıklarını lüks ve sefahate harcadılar. Batılı kapitalistler ise gelecek nesiller uğruna kazandıklarını sakladırlar, biriktirdiler. Büyük servetlere sahip olup çile içinde yaşamayı tercih ettiler. Şeklinde anlıyorum. AHÇ) BU herkesin arzuladığı tüketim maddelerini iki yüzlü bir biçimde reddetmeyi değil, bireye, tüketimin anlık şehveti içinde eriyip gitmektense, bir öznenin sahip olduğu cüsse ve sürekliliği vermek için, bireyin o maddelere karşı yeterince mesafeli olmasını sağlamaktır.
Görünürde kendi iç kavgalarında tükenip gittiği söylenen “kadın hareketleri” (feminist hareket-AHÇ) gerçekte etkisini sürekli artırmış ve kadın nüfus içinde, kadın cinselliğine ve kadının kültürel rolüne yapılan göndermelerde ilerleme kaydedilmiştir. Ve öylesine başarılı olmuştur ki, artık kendini kadın hareketleri ile dayanışma içinde gören erkek sayısı, muhalif hisseden erkek sayısını geçmiştir.
İnsanı, Tanrı tarafından yaratıldığı için sevmek, insandaki Tanrıyı sevmek demektir. Ama modern Özne Fikri, insanın soyluluğunun, Tanrıdan yani O’nun halifesi olarak yaratılmış olmasından geldiğini dikkate alamaz.
Ötekini, özne olarak kabul etmek, onda Tanrı’yı değil, ID’le Ben’i (İngilizce I ve ME’yi-AHÇ) bağdaştırabilme yeteneğini bulmak demektir. Bizim aşk dediğimiz, kişisel olmayan arzuyla Ötekinin Özne olarak kabulünün birleşimidir. (Kişinin, kendini arama zevkine AŞK denir. Mutasavvıf Şemseddin Yeşil.)
Feminist hareketler tarihi, öncelikle geleneksel kadın rolünün ortadan kaldırılması, sonra çocukla, sonra da biraz tereddütlü bile olsa erkekle olan ilişkisinin yeniden tanımlanmasıdır.  (s:286)
Öznenin dönüşü, ister devlet olsun, ister Pazar, toplumsal yaşamın her türlü birleştirici ilkesinin çöküşüne işaret eder.
Giderek daha yoğun biçimde hayatımızın, yarısının iş zamanı yarısının boş zaman, ya da yarısının kolektif örgütlenme yarısının bireysel tercihler olmak üzere ikiye bölündüğünü hissediyoruz. Bu da özellikle toplumsal ve ailevi rollerin yerine getirilmesi, şiddetin ve içe atılmış arzuların özgürleşmesi ile bir araya geldiğinde, bireysel kişiliği patlamanın eşiğine getirir.
Modern ahlak aklı, “insanın alemle uyumu” olarak değerlendirmez. Özgürlük fikrini; insanı, bir araca dönüştürmek için değil, bir arzu nesnesine dönüştürmek için kullanır. Dolayısıyla mutsuzluk; insanın ölüm, ayrılık, yoksulluk, hastalık karşısındaki güçsüzlüğünün doğal neticesi değildir. Mutsuzluk/kötülük insanlar tarafından üretilen bir şeydir.
Kötülük, insanın insana egemenliği ve insanın bir nesneye ya da parasal karşılığına dönüşmesidir. ... bir başkasının davranışını tanımlamaya, dolayısı ile onun kişisel eylem yeteneğinde azaltma ya da artırmada bulunmaya niyetlendiği andan itibaren, iyilik ya da kötülük ortaya çıkar.(s:295)
Modernliğin bunalımı, uzun zaman birlik olanın, yani insanla evrenin, sözcüklerle şeylerin, arzuyla tekniğin ayrışmasına işaret eder. Geriye, yani mutlak birlik (ümmet, AHÇ) arayışına dönmek hiç bir işe yaramaz. Kimileri dünyanın yeniden her şeyi planlayan bir Tanrı’nın eseri olmasını arzular, kimileri özgürleşen şehvetin insanı doğa içinde yeniden konumlandırmasını. Ama hiç bir şey kıtaların ayrışmaya devam etmesini, üretim, sermaye ve iktidarın dünyasının, bireyin dünyasından uzaklaşmasını engelleyemez.

Bölüm  II – Toplumsal hareket olarak Özne
Özne, kendi üzerine veya yaşanılan deneyimler üzerine düşünmek değildir; tersine, toplumsal roller diye adlandırdığımız, gerçekteyse insanın, iktidar merkezleri tarafından birer tüketiciye, seçmene veya hedef kitleye dönüştürülmüş halinin karşıtıdır.
Toplumsal zevkler, davranışlar, talepler ve satın alma eğilimleri, her geçen gün daha fazla karar verici merkezlerin kontrolünde şekillendirilmektedir. Böylesi bir toplumda, bireycilik bir yanılsamadan ibarettir. Bu toplumlarda, Bireycilik Düşüncesinin misyonu, tercihler arasında seçim yapabilecek kadar kaynağa sahip olan zenginleri korumaktır. (Fakirler ve güçsüzler ise merkezden dayatılanı, kendileri seçmiş illüzyonu ile kandırılır. AHÇ)  
Üretmek ya da dönüştürmek yerine sadece toplumu tüketenler; ekonomiyi, siyaseti ya da bilgiyi yönetenlere tabidir. Propaganda ve reklam dili istikrarlı biçimde bu temel çatışmayı saklama, toplumun örgütlenmiş olduğu ve güçlülere karşı direnebileceği sanrısını topluma verme eğilimindedir. (s:298)
(İlk modernlik ) Burjuvazi nitelikli beyaz yakalıların geniş dünyasına dönüşmeden kapitalistleşirken, artık kar ve toplumsal düzenden başka bir şeye inanmayan, hem yöneten hem de egemen sınıf haline gelen ve bir süre sonra işçi sınıfı olarak adlandırılacak olan yönetilenlerin dünyasına yönelen bu dünyada Özneye hiç bir göndermede bulunulmaz.
Sanayicilerle ücretliler, kapitalist hareketle işçi hareketi birbirleriyle mücadele ederlerken, gerçekte aynı kültürel değerlere, yani akılcılaştırma ve özneleştirmeye göndermede bulunurlar. (Bu tanımla işçi, kapitalist olma fırsatını bulamamış kapitalisttir. Ya da sırada bekleyen kapitalisttir.AHÇ)
İşçi hareketi, özellikle sosyalist düşünce, toplumcu Darwin’ciliğin takipçisi olan ve dünyanın teknik ve yatırım sayesinde bolluk ve mutluluğa doğru gittiğine inanan sanayiciler kadar tarihselci ve doğalcıdır.  Her iki tarafta da çalışmaya, gayrete, tasarruf yapmaya ve proje üretme yeteneğine aynı derecede inanç duyulur. Sosyologlar bunu “ertelenmiş ödüllendirme modeli” olarak adlandırırlar. İşçiler de, patronlar da bu model uğruna kendilerine ve çocuklarına püriten bir eğitim ve ısrarlı bir ahlakı dayatırlar. İşçiler bunu alkolizm ve yoksulluk batağına düşmemek için, patronlarsa yeni yatırımlarda kullanmak için yaparlar. (s:304)
George Friedman, Savaş Günlüğü’nde direnişleri harekete geçirebilmek için haklı bir davanın yeterli olmadığını, ahlaki niteliklerinde olması gerektiğini söyler.
Özne’nin savunulması akılcılaştırmaya bağımlı olmadığı gibi, onunla uyuşmazda . Ne tabiatın doğallığına geri dönmeyi özler, ne de tüm kurumların başını çeker. Ahlakçı düşünceyi de, salt eleştirel olan düşünce gibi reddetmek gerekir. Bunların her ikisi de modernliği oluşturan ilkeleri kabul etme yeteneğinden yoksundur.
Kamuoyu ve ilgililerin kafasını yoğun bir şekilde meşgul eden tartışma, eğitimin amacı ile ilgili tartışmadır. Lise ve üniversite öğrencileri, istihdama hazırlayan veya sadece okulda işe yarayacak kuralları öğreten bir eğitimle, her bir öğrencinin kişiliği ve yaşadığı sosyal çevre arasındaki gerginliği yoğun şekilde hissederler. (s:312)
Bugün, en hararetli karşı çıkışlar, manevi bir temele dayanır. Bunun nedeni kolektif eylemin güçsüz olması değil, bedenler ve ruhlar üzerindeki tahakkümün çalışma ve hukuki koşullar üzerindekinden fazla olması, totaliter propaganda ve baskının, kendini modern olarak sunan dünyanın en ağır hastalıkları olarak ortaya çıkmasıdır.        
Gençler arasında hiçbir düşünce, yoksul halklar ve her cins ırkçılık ya da hoşgörüsüzlüğün kurbanlarıyla dayanışma fikri kadar heyecan yaratmaz. Çünkü yeni toplumsal hareketlerin merkezindeki ahlaki bilinç, zengin ülkelerin karar sisteminin bir parçası olan sendika ya da baskı gruplarının stratejilerinden değil, baskı veya yoksulluğa karşı mücadele verenlerin kimlik ve saygınlık arayışından gelir.

Bölüm III – Özne/Ben, BEN değildir. 
Akılcı düşüncenin gereklerini kabullenme, insanlığı batıl inançlar ve cehaletten kurtardı, ama bireyi kurtaramadı. Geleneğin egemenliğinin yerine aklın egemenliğini, geleneksel otoritenin yerine de, Weber’in deyimiyle, akılcı otoriteyi koydu. Modern akılcılık bireye kuşku ile bakar; bilim, bireyi korumak yerine, insan yaşamı ve düşüncesine de uygulanabilen genel yasalarını bireye de dayatır. 
Eğitim görevin öğrenilmesidir. Nitekim Fransızca’da öğretmenin öğrenciye verdiği ödevi belirten sözcükle, “görev insanı” kelimesinin aynı olması (devoir=görev, ödev) ya da disiplin sözcüğünün aynı zamanda hem bir zorlamayı, hem bir ceza aracını, hem de bir bilgi alanını ifade etmesi rastlantı değildir.
Bireyciliği, kendilerini kârın ya da sanayinin hizmetkârlarına döüştürecek, bireysel kişiliklerini üniforma ya da sözleşmelerin ardına gizleyerek, bir sınıfın ya da bir mesleğin üyeleri yapacak, özellikle güçlü zorlamalara tabi olan yönetici elitler de kabul etmemiştir. (s:324) 
Geleneksel olarak adlandırılan ahlak, bireyi tutkularından kurtarmak istediğinde bile birey merkezliydi; modern ahlak ise, her şeyden önce, bireyin, gelecekte kavuşacağı bolluk toplumu adına toplumsal faydaya teslim olmasıdır. (Toplumun alt kesimlerinin, gelecek nesiller için fedakarlıklarda bulunmasının sonu gelmez. Her nesil bir sonraki nesil için çalışmaya çağırılır. Fedakarlıklardan ortaya çıkan kâr, hep büyük sermayeye akar. Ve onlara fedakarlık sırası/ahlaklı olma sırası hiç gelmez.AHÇ)
Aklın evrenselliği; bilim, proje ve uyarıcı olduğu kadar; iş, anı ve mahremiyetten de oluşan bireysel yaşamları yok etmeye yönelik harika bir makinedir. İlerlemenin hız kazanması, kendini feda etmesi gereken bir kuşaktan, insanlığın büyük bir bölümünün kendini feda etmesi gereken bir duruma geçilmesine neden oldu. (İnsanlık için fedakarlıkta bulunma sırası Sermaye’ye hiç bir zaman gelmez. AHÇ) 
Temel bilime indirgendiğinde tamamıyla saygın olan aklın, gitgide iktidarlar, aygıtlar ve bireylerle daha çok özdeşleştiğine tanık olduk. Totaliter iktidarlar büyük bir heyecanla ilerlemeden, insandan ve modernlikten bahsettiler. (Akılcılık ve Modernizm üzerinden kendilerini meşrulaştırdılar. AHÇ)
Welfare State’nin (Refah Devleti) yaşandığı bir kaç on yılın yumuşattığı toplumlarda bile, kendimizi; temsil ettikleri akıl ve toplumsal çıkar uğruna, aldıkları kararların birer sonucuna indirgedikleri gerçekliği bilmezlikten gelen kamu ya da yarı kamu aygıtlarının tutsağı gibi hissediyoruz.
Bugün modernlik fikri, aklın egemenliğinden çok arzuların özgürleşmesi ve tatmini ile tanımlanıyor. Toplumsal zorlamaların, dini, siyasi veya ailevi yasakların reddi, hareket,  kanaat ve ifade özgürlüğü, tercih ve davranış özgürlüğünü kısıtlayan tüm toplumsal ve kültürel örgütlenme biçimlerini “modası geçmiş” hatta “gerici” diye niteleyip reddeden bu arzu merkezli taleplerdir.
Teknikçi ve harekete geçirici hareketin yerini liberal model aldı. Özellikle de gençliğin eğilimleri, çoğunlukla arzuların ve duyguların özgürleşmesine ilişkin imgelerdir.
Bir insanın özgürlüğü başkalarının özgürlüğünden başka bir sınır tanımaz. Bu da beraberce yaşamanın, kaos ve şiddet korkusu ile her biri birer dayatma olan kuralların kabulü anlamına geldiğini gösterir. Artık bireyin yönetilmesi ve yönlendirilmesi gerekmez, gerekli olan toplumun uygarlaştırılmasıdır.
Modern tarih görüşüne egemen olan iki ana eğilim vardır. Bunlardan ilki; ticaretin yaratıcı rolüne, dolayısı ile Atina, Malta, Venedik gibi denizci devletlerin, Türkiye ya da Rusya gibi kara devletleri karşısındaki üstünlüğüne ilişkin ön kabuldür. Günümüz Avrupa’sı bu ön kabule temel bir önem verir. İkinci eğilim ise; devletin modernleştirici rolüdür. Bir toplum kendi kendisine modernleşemez; aynı şey başka bir şey haline gelemez. Her şey, özellikle değerler ve bu değerlerin inananları bu değişime karşı direnirler.
Bu ekonomik ve siyasal gelişme mekanizmalarının maliyeti çok yüksektir. Yaratmak için yıkarlar, aynı zamanda da bütünleştirmeden ve ikna etmeden önce bölen, karşı karşıya getiren ve saldırgan ekonomik politikalar ya da savaşa yönelik seferberlikler çıkarırlar. (S:329)
Liberalizm, kamuyu tehdit edebilecekler dışında, tutumlar hakkında hiç bir ahlaki yargısı yoktur. Akla; tıpkı bireycilik gibi, özellikle de dinsel, ulusal ya da etnik tüm yerelliklerin baskılarına direnme ilkesi olarak başvurur. Devletle sivil toplumu ayırır ve azınlıklara hoşgörüyü en uç noktasına kadar götürür.
Yüzyılımız öyle çok soykırıma ve vahşete sahne olmuştur ki; aşırı derecede hareketli bir toplumun getirdiği stres ve zaafların; cemaatten, tarihten, ırk ya da dinden medet uman toplumların kurumsallaşmış şiddetine tercih edilmemesi olanaksızdır.  (s:331)
Açıkça bireycilik karşıtı olan düşüncelerin başında akılcı düşünce gelir. Çünkü hem evrensel bir ilkeye, yani akılcı düşüncenin kanıtladıklarına sahip çıkıp hem de bireysel tercihler savunulamaz. Bunun tek istisnası herkesin gerçeği arama ve savunma özgürlüğüdür. Buda akılcı düşünceye, entellektüel ve siyasal baskı karşısında büyük bir direniş gücü kazandırmıştır.
Tanrı yarattığı dünyanın içindeydi, modernliğin başlangıcında da insan O’na öykünmek ve yerini almak istedi. Ama bu iddiasının tuzağına düştü ve özgürlük adına hapsedilmeye razı oldu.
Liberal toplum çıkar arayışına yanıt verir, ama yanıt tehlikeli çukurlar ile doludur. Ve o çukurların içinden Öznenin sesi değil, Özne olamayan insanın, alkoliğin, uyuşturucu bağımlısının, depresifin, intiharcının, narsistin çığlığının ya da suskunluğunun sesi gelir. Toplum, hemen arka tarafında kaza geçirenlerin yollandığı bir hastane bulunan ralli pisti gibidir.
Özellikle de aklın tutkusu, toplum olarak adlandırabileceğimiz bir sanayi ve devlet iktidarının zaferidir. Öyle ki; modernleşmiş bir dünyada, akla katılma ve hizmete davet, en iyi durumda, tekniklerin oluşturduğu bir demir kafese kapanmaya dönüşebilir. En kötü durumda ise, akılcı başarı adına devasa katliamların bir parçası olmak anlamına gelebilir. (s:349)
Öteki, sevgisi olmadan Özne/Ben üretilemez; dayanışmasız da öteki sevgisi olmaz.
Eğer bugün, bazı durumlar ve bazı yerlerde ahlak siyasete galip gelebiliyorsa bunun nedeni, artık bizim en gelişmiş birey ve toplumların, akılcı toplumlar olduğuna olan inancımızın sarsılmasındandır.
Çıkış noktasına, yani BEN ekseninin aynı zamanda dünyanın ekseni olduğu, doğayı anlaşılabilir, dolayısı ile denetlenebilir ve kullanılabilir kıldığı için insan davranışlarını yönlendirmesi gerekenin akıl olduğuna inanılan noktaya dönmeden, ters yönde bir yol izlemenin zamanı gelmiştir. (s:354)
Özne, demokrasi ve insan haklarıyla, özgürlük ve hoşgörüyle, yasanın geri çekilmesi ve iç güdülerin yerini empatinin alması ile kendisini var eder. Kendinden memnun, içe dönüşün getirdiği narsistik hazza kapılmış bir BEN’e dönüşerek değil, tersine, yasanın düzeninden ve eylemin kişisel olmayan dilinden kurtularak var olur.
Özne’nin özgürlüğünü zengin ülkelerin öyle kolayca ikram ettikleri güzel yaşama indirgemek de, o zengin ülkelerin ayrıcalıklarına utanmazca teslim olmak anlamına gelir. (s:355)
İster sosyoloji, ister tarih, roman, sinema tiyatro ya da resim biçimine bürünsün, toplumsal yaşamın büyük yapıtlarının gücü, mevcut olmayanın, görünmeyenin, eksik olanın müdahalesini görünür kılmalarından gelir.
Gerçek üstücülerin görmüş olduğu gibi, erotizm Özne’yi yıkar. Çünkü bilinç dışı arzuyu özgürleştirir; bir başka yönden, tüketim de özneyi yıkar. Çünkü tüketim belli bir toplumsal sınıf yükseltme arayışı olmasının yanı sıra, aynı zamanda da cezbetme, yani Özne’nin simgeler dünyasında erimesidir.
Aşk, Özne’nin arzusuna bağlanmasıdır, erotizmle şefkatin birleşmesidir. ( “Şehvet”ten hareketle tanımlanan  aşk, madde merkezli düşüncenin odağında yer alır. Tasavvuftaki “mana”  merkezli düşüncenin odağında ise “kalp” vardır. AHÇ)    
Din kaynaklı ahlakın etki alanı gerileyip, başıboş kalan tekniğin otoritesini bilimsel hakikatin gücüyle birleştirerek aklın haklarını kötüye kullanan teknikçi, bir iktidara boyun eğmesi “etik”in alanını giderek genişletir.
Dünyevileşmiş bir dünya da; “Öbür Dünya’ya davet” sesini çok zor duyurur. (s:365)
Eylem, yani dönüşüm, kurulu düzenle araya bir mesafe konmadan, iktidarı değiştirme imkanı veren bir kaldıraç mesafesi olmadan düşünülemez. Eğer kişisel özneye çağrı bir seferberlikle birbirine karıştırılırsa eskisinden çok daha baskıcı bir iktidar gelir ve yerleşir.
İnsan kendi tasarısından başka bir şey değildir; ancak kendini gerçekleştirdiği sürece var olur; dolayısı ile yapıp ettiklerinden yani eylemlerinden başka bir şey değildir. (s:368)
Özne, bir yandan halk adına konuşan ve adına konuştuğu halkı yutan bir devlet iktidarını kuran avangardlar; öte yandan da, var ettiği bir özgürlük serabı ile tüketicilerin tercihlerini toplumsal statüler üzerinden dayatan bir tüketim toplumu tarafından tehdit ediliyor ya da yıkılıyor.
Özne’nin özgürlüğü ile kolektif kurtuluş/özgürleşme mücadelelerinin bu sıkı ve istikrarlı birliği bugün her zamankinden daha net fark edilebiliyor. Çünkü Dünya, üzerinde sadece despotizmlerle piyasanın, mutlak iktidarla “dev tıkınma”nın yüz yüze kaldığı bir yer haline gelmiştir. Öyle ki; Özne’nin özgürlüğü ve sorumluluğunu talep edenlerle toplumsal hareketlerin yeniden doğmasına çalışanlar doğal olarak karşı karşıya geleceklerdir.
Özne’ye inananlarla, yalnızca çıkara ve toplumsal kurallara inananlar arasındaki mesafe, biri Tanrı’ya inanan diğeri ise inanmayan iki Özne arasındaki mesafeden çok daha fazladır.
Haz, zevki özgürleştiricidir. Ama bireyciliği kendi cirolarının ölçeğinde ölçmeye yatkın olan tüccarın çıkarlarına da fazlası ile hizmet eder.
Özne kendini ancak suçluluk/günah aracılığı ile keşfeder; lütuf ve insanlığın kurtuluşuna çağrı bu bilinçten doğar. Günahkar; Hem günahı, hem imanı, hem de aklı aracılığı ile Yaratan’a ulaşıp kurtarıcısı ile özdeşleşebilir. Modern bilinç, aldığı biçimlerin çeşitliliği, hatta karşıtlıkların ötesinde, suç ve günahı bertaraf etme mücadelesinin içerisinde, umudun ve insanlığın korunmasıdır. Bu, bağrında kurtulma/özgürleşme umudu bulunan, paranın ya da gücün iktidarı tarafından basit bir tüketme arzusuna dönüştürülebilen tehlikeli bir girişimdir. (s:372)
Geleneksel toplumlarda eylemi sınırlayan tecrit olma, cehalet ve bağımlılıktır; modern toplumlarda ise aşırı hareketlilik (ajitasyon), kargaşanın çokluğu, tüm tüketim mallarına yöenelen tüketim arzusudur.
Ama suçluluk ve af üzerine kurulmuş eylemle, özgürlük ve umut üzerine kurulu eylem arasında kalmakla, yokluğun içi boşaltılmış zamanıyla, bolluğun hızlandırılmış zamanı arasında kalmak arasında pek fark yoktur.
Gelenek dünyasıyla modernlik dünyası arasında kalan bir ara dönem boyunca, insanlar “YARATAN” rolü yaptılar; bu onlara Tanrı yardımı olmadan kendilerini kanıtlama ve “Anlaşılabilir Bir Dünya” yaratmış olan Tanrı’nın bir lütfu olarak gördükleri akıllarını kullanarak, O’nun yerine geçme imkanı verdi. İnsan Tanrı’ya dönüşmek için o kadar çok uğraştı ki, kendi kurduğu iktidar karşısında gözü kamaştı......Dolayısıyla, şimdi yalnızca hareketin değil kendisiyle arasına koyduğu mesafenin de , yalnızca ilerlemenin değil özgürlüğün de mucidi olan modern insan, kitle toplumunun kaygan toprağında yok olmamak için, kendisine geri dönmek zorundadır.
Özne olma talebi sürekli mevcuttur. Ve toplumsal düzenin tüm egemenlik stratejilerine karşı kendini savunabilecek  tek şey odur. (Toplum parçalanıp Tanrı’ya güven kalmayınca, sermayenin veya İktidarın gücünün karşısında, fakirlerin birliğini sağlayabilecek, direnmeye teşvik edebilecek ortak değer kalmadı. AHÇ)

Bölüm IV – Gölge ve Işık
Ulusal hareketler kendi kaderini tayin hakkı ve bağımsızlık için olduğu kadar bir toprağın, bir tarihin, bir dil ve kültürün savunulması için de mücadele verirler.
Sovyetler Birliği’nde ilk kopmalar, rejimle doğrudan çatışmaya girme gücünü, Allah’a imanlarından alan  insanlardan geldi...bu bize özgürlük uğruna verilen büyük mücadelelerin birbirini tamamlayan iki yüzü olduğunu hatırlatır. Bu iki yüzden biri eleştirel akla çağrı, ikincisi ise manevi inançların ve kültürel ya da toplumsal aidiyetlerin despot/mutlak iktidara direnişidir. (s:376)
Para ve iktidarın oluşturduğu büyük güçlere karşı, Özne’nin var olmasına imkan tanıyan birlikteliklerden biri, akla yapılan evrenselci çağrıyla yerel bir kimliğin savunulması arasındaki birlikteliktir.
Toplumsal yönelim denen şeyin tehlikesi, ulus adına kendi isteklerini tüm topluma dayatan birkaç kişinin mutlak iktidarına kolayca indirgenebilir olmasıdır.  (s:377)
Ulusa yeni katılanlarla bütünleşmedeki zorluk buradan kaynaklanır. Çünkü göçmenlerin toplumsal bütünleşmeye, kültürel asimilasyon ve tabiyet değiştirip yurttaşlık normlarına, yaşam tarzlarına ve haklarına katılmaları yetmez; kendi mevcudiyetlerinin de dönüşüme katkıda bulunacağı bir ortak belleğe katılmaları da gerekir.
Özne birbirinden ayrılmaz biçimde hem ruh hem bedendir; ancak aşırı dar bir modernlik anlayışı modernliği bedene karşı ruhla, geçmişe karşı gelecekle özdeşleştirmiştir. Halbuki modernlik bedenle ruhun, geçmişle geleceğin bütünleşmesi ile oluşur.
Toplumun, bireylerin hayat alanına örgütlü saldırısının boyutları her geçen gün genişliyor ve özel hayat alanları kamu hayatının içine katılıyor.
Bizler her geçen gün biraz daha modernliğin içine sürükleniyoruz, dolayısıyla toplum hayatının modernleşmesini yönetenlerin karar ve iktidarlarına da daha bağımlı hale geliyoruz.
Biz hem ruhumuz hem bedenimizle, hem aklımız hem de belleğimizle, hepsiyle birlikte modernliğe giriyoruz. Modern toplumların, toplumsal kaygıları, toplumsal ve siyasal hayatın öylesine dışına taşan, hayattan kopuk kaygılardır ki, toplumsal ve siyasal hayatın gerçek acılarının kaygılar üzerinde bir etkisi kalmamış gibidir. Bu kaygıların en önemlileri de, bir yandan cinselliğe, öbür yandan çevreye ilişkin olanlarıdır.
Kendilerini tehdit altında hissedenler, bireysel ya da kolektif yükselme çabaları başarısızlıkla sonuçlanmış olanlar, dışarıdan gelmiş bir kültür ya da ekonomik çıkarların istilasına uğradıklarını hissedenler, yaratıcısı olmaktan çok emanetçisi oldukları aktarılmış bir kimlik içerisinde taşlaşıp kalanlardır. Ama bu kimlik iddiası yapaydır. Nasıl ki yoksul ülkelerin işçileri, içine girdikleri toplumda köklerinden koparılmayı, yoksul olmayı, sömürülmeyi dışlanmayı kabul etmek zorunda kalsalar da kendilerine daha yüksek iş ve ücret sağlayacak ülkelere göç ediyorlarsa, egemenlik altında olanlar da egemen olan dünyanın cazibesine kapılırlar. Kimlik talebi, egemenlik altındaki ülkelerin halk kitlelerinden değil, daha çok siyasal yönetici ve ideologlardan gelir.
Yalnızca akılcılaşmış toplum Özne’yi yıkar, özgürlüğü, tüketicilere sunulan piyasa tercihlerine indirger, toplumsal bir toplum da kendi kendisini soluksuz bırakır, teokratik veya milliyetçi bir despotluğa dönüşür, kendini tümüyle öznelleşmeye veren bir toplumun ne ekonomik ne ahlaki tutarlılığı kalır.
Modernliği kutsaldan akla geçiş olarak tanımlayan bu ilkel evrimcilikle bağlarımızı koparmalıyız.
Modernliğe girmekle din parçalanır, ama bileşenleri yok olmaz. Özne, kutsal olmaktan ya da Akıl biçiminde tanımlanmaktan çıkarak insani, kişisel bir hal alır. Bireyin ya da grubun kendisi ile bir ilişki tarzına dönüşür.
Buda bizi ruhani olanla dünyevi olanın aşırı biçimde özdeşleştirilmesine ve dinin, modernliği bir savunma ya da saldırı tekniğine indirgeyip, siyasal bir güce dönüşmesine götürür. (s:389)
Modernleşme üzerine seferberlik ne kadar kuvvetliyse, devlet de o denli totaliter bir nitelik kazanmıştır. 20. Yüzyıl, her şeyden önce tüm gezegenimizin harekete geçtiği yüzyıl, geleneksel toplumların modernleşme ve ayağa kalkma süreçlerinin dünyaya yayıldığı yüzyıldır.
Totalitarizm, güçlü bir modernleşme hareketinin peşinden sürüklenen, sanayileşme, kentleşme ve kitle iletişimi tarafından harekete geçirilen uluslarda kendini gösterir.
Yıkılan yalnızca kişisel özgürlük değildir; kültürel aidiyetlerde aynı yıkıma uğrar. Totalitarizm toplumu yıkar, onu bir “kütle”ye, bir şefe ya da buyruklarına boyun eğen bir yığına indirger.
... Suudi Arabistan’da kendini ve geleneksel toplumun örgütlenme biçimlerini koruyan muhafazakar bir despotizm değil, aksine modernleşme ideolojisiyle, kişisel özgürlüğün olduğu kadar geleneğin de düşmanı olan milliyetçiliğin sıkı ilişkisi vardır. (s:393)
Komünizm, devrimci modernleştirici devletin en iddialı ve en yıkıcı biçimini oluşturmuştur.
Özellikle de İslamcı entellektüeller gelenek karşıtıdırlar; aynı zamanda da tekniklerinden yararlansalar bile modernleşmeye de karşı görünürler. İslam’ın reforma uğramış öğeleridir.
Modernleşme fikri yerini; gelenek, vahye/şeriata geri dönüş, özellikle de, temel ilkesi kadınların modernist özgürleşmesine karşı olan dünyevileşmenin reddi fikrine bırakır.
Özne’de yalnızca kültürel aidiyet ve geleneği görecek olursak, onu savunmasız topluluklar adına konuşan iktidarlara teslim etmiş oluruz. İşte onu en iyi savunmanın, akılcılaştırma ve kitle adına konuşma iddiasında olana karşı geliştirdiği acımasız eleştiri olduğu yerde burasıdır.
Modernleşme kopmayı olduğu kadar sürekliliği de gerektirir. Eğer tam bir süreksizlik mevcutsa, modernleşme tümüyle dışarıdan, işgal yoluyla gelmiş demektir; bu durumda da modernlikten çok sömürgeleşmekten ya da bağımlılıktan söz etmek gerekir. (s:399)
Modernleşme hareketi yükseldikçe, kendisine uyum sağlayamayan, modernliği kullanmaktan çok ona katlanan kültür ve toplumların üzerine çullandı.
Komünizm ve önerdiği planlı ve denetimli ekonomi modelinin yıkıntıları; ekonomiyle kültürleri, piyasayla geleneği, parayla sözü hiç bir siyasal veya toplumsal görüşün yaklaştıramayacağı ve bağdaştıramayacağı kadar karşı karşıya getirdi. Sanki aydınlık dünyası ile gölge dünyası birbirinden ayrılmış gibi.
Kendilerini istilaya uğramış zannedenler kutsal bir savaşa çağrıda bulunuyor, modernlikle özdeşleşenler ise herkese, evrensel olduklarına iman ettikleri, bizzat kendi çıkarlarıyla bile uzlaşmamasını garipsemedikleri modernist değerleri dayatıyor.
Dünyanın genelinde, asıl siyasal karşıtlık toplumsal bir sınıfı bir başka sınıfa tercih eden değil, kimliğin savunulmasını iletişim arzusundan ayıran karşıtlıktır. Zengin ülkelerde de fakir ülkelerde de farklılık ve yerellik takıntısı giderek artan bir güçle sesini duyurmaktadır. En yoksul olanlar kendilerini dinle, zenginler de kendi malları gibi gördükleri akılcılığa sığınmakla bunu yapmaktadırlar. (s:405)
Bir yanda, kendini evrenselci olarak değerlendiren ve kendi teknikleri ve bu tekniklerin başarıları adına hayvan ve bitki türleri kadar, kültür ve ulusları da yıkan bir Batı hegemonyası kendini dayatırken, öte yanda da; kolayca saldırgan, ırkçılık ve kin dolu bir farkçılığa dönüşebilen bir Anti-Avrupamerkezcilik gelişiyor. Batı’nın ezici askeri ve sınai üstünlüğü, onun akılla özdeşleştirilmesi ve rakiplerinin akılsızlığa ve geleneğe indirgenmesi sonucunu doğurmamalıdır. Gerçekte, Batı’da içinde uzun zamandır, kimi zaman bir kültürün, bir modernliğe ulaşma yolunun savunmasını yapan, ama giderek daha sık ötekinin reddi ve evrenselci değerlerin küçümsenmesinden başka bir şey olmayan milliyetçiliği barındırır.
Nasıl ki Sosyalist sanayileşme, kapitalist sanayileşmenin mükemmelleşmiş, daha da akılcılaşmış yorumu olmak istemiş ise, karşı çıkan güçler de egemenliğiyle mücadele ettikleri güçlere benzerler. Tıpkı, yeni-cemaatçi rejimler gibi alternatif kültürler de liberal toplumun kültür endüstrilerinden daha güçlü bir denetim uyguluyorlar. Propaganda, arzu yaratılmasında reklamdan daha ileri gidiyor. İşte asıl çekinilmesi gereken bu mükemmelcilik modelleridir.(s:409)

Bölüm V – Demokrasi Nedir?   
Demokrasinin tanımı 18. Yüzyıldan bu yana tersine döndü. İlk önce halkın egemenliği ve soy, tanrısal hukuk ve ayrıcalıklar üzerine kurulu eski rejimin yıkılması biçiminde tanımlandı demokrasi. ... bizim demokrasi tanımımız daha savunmacı bir nitelik taşıyor; insan haklarından, azınlıkların korunmasından, devletin ve ekonomik iktidar merkezlerinin iktidarının sınırlanmasından söz ediyoruz. Böylece önceleri toplum fikriyle özdeşleştirilen demokrasi fikri, yavaş yavaş siyasal ifadesine dönüştüğü Özne fikrine yaklaşıyor.
Bir zamanlar kendilerini yurttaş olarak değerlendiren, iktidarların normal insanlar tarafından yönetildiğini ve kararların kollektif bir dirençle değiştirilebileceğini keşfedenler, tereddüt etmeden geleneklere ve tanrısal hukuka inanmaktan vazgeçtiler.
Halkın egemenliği fikri, deforme olup, meşruluğa pek ihtiyaç duymayan ve devrimci hedeflerle dolu bir halkçı iktidar fikrine dönüştü, insanlarının savunulması ise çoğunlukla mülkiyet hakkının savunulmasına indirgendi.
Eğer insan hakları fikri böylesine çok taraftar bulabiliyorsa, bunun nedeni, geleneksel iktidarı devirmek değil, kendisini modernlik ve halkla özdeşleştiren ve hayat alanını gittikçe daha fazla daraltan ve boyun eğdiren iktidarlara karşı kendimizi koruma güdümüzün devrede olmasındandır. (s:411)
Böylece birleştirici halk egemenliği fikrinden; halkların, öncelikle de yönetilenlerin yöneticilerini seçme hakkının savunulmasına geçmekle, demokrasi artık kendi kendisini tek bir cephede değil, iki cephede birden mücadele vermeye zorlamıştır. Bir yandan mutlak iktidarla, yani hem askeri despotizm hem de totaliter partinin iktidarıyla mücadele etmeli, bir yandan da kolayca yerini kokuşmuş siyasal oyunlara ya da idarelerin ve şirketlerin istilacı iktidarına terk edebilecek aşırı bir bireyciliğe de sınırlar getirmek durumundadır.
Tek tek herkesin özgürlüğü, halkın iktidarda olması sayesinde sağlanmaz, çünkü o terim milliyetçi ya da devrimci diktatörlükleri doğrulayabilir. O özgürlüğü sağlayan, herkesin pazarın kendisine sunduğunu özgürce tercih etmesi de değildir, çünkü Pazar ne herkese fırsat eşitliğini, ne kaynakların ihtiyaç olan alanlara yönlendirilmesini ne de dışlanmayla mücadeleyi garanti altına alır.
Demokrasi, çoğunluğa muhalif olarak iktidarı ele geçirmeye ya da elinde tutmaya çalışanları engelleyen rejim olarak tanımlandı ve savunuldu. Liberal düşünce, demokrasinin savunucusu olarak devrimci hareketin yerini öylesine aldı ki, görünüşe göre çoğunluğun hükümetinden çok azınlıklara saygıyla tanımlanır ve piyasa ekonomisi için elzem olarak görülür oldu. (s:413)
Halkın egemenliğine ilişkin birleştirici ilkenin yerini erkler ayrımı, hatta toplumsal alt sistemlerin ayrımı aldı: Din siyasal iktidardan ayrılmalı, ama siyasal iktidarda hem ekonomik işletmeden hem de adaletten ayrılmalıydı. Hükümet özel yaşama ancak özgürlüğü koruma adına, yani hoşgörü ve çeşitlilik adına müdahale etmeliydi.
İktidar kendisinden üstün olan ve mutlaklaştırılmasına karşı çıkan bir ilke tarafından sınırlanmazsa, siyasal özgürlük olamaz.
Günümüzde doğrudan demokrasiden, halk iktidarından hatta özyönetimden söz etmek mümkün değildir. Çünkü bunlardan söz edildiği anda; o büyülü sözcüklerden dışarı taşan, totaliter parti militanlarının küçük şeflerinin küstahça bayağılığının ve halkla ulusun birliğine yapılan çağrıların insanı boğan hantallığının son derece gerçek yüzü olacaktır.
ABD aşırı derecede zayıf, salt seçim makinelerine indirgenmiş partileri olmasından yakınır, Fransa çoğu zaman adayların ve siyasal aygıtların, yalnızca bir siyasal iradeyi aktaran araç haline gelmiş, toplumsal güçler karşısındaki etkisini ayakta tutmaktan başka bir işe yaramayan ideolojik söylemler tarafından felce uğratılmıştır. Bir parti, siyasal tercihlerin basit bir toplanma aygıtı olmakla yetineceğine, kendisini ne denli, bir toplum modelinin taşıyıcısı olarak görürse, demokrasi de o derece zayıflamış ve yurttaşlar parti yöneticilerine bağımlı kılınmıştır. (s:419)
Orta Avrupa’daki komünizm sonrası ülkelerde siyasal fikir ve tasarılar çabucak tükendi ve her yerde Pazar ekonomisi tüm diğer değişiklikleri gütme durumunda. Ne eğitim ne toplumsal adalet önemli düşünceleri harekete geçiriyor; heyecan veren tek soru, sermayenin ve girişimcilerin, hiç birine sahip olmayan ya da hiç birini üretemeyen ülkelere nereden geleceği sorusu.     
Geleneksel toplumlar marjinallikle eksikliği yoksullukla sömürüyü birbirinden ayırmıyordu. Modern liberal toplumlar eksikliğin işaret ve dayatmalarını büyük ölçüde ortadan kaldırarak, marjinalliği özgürleştiriyorlar.
Eğer gerçek iktidarlar zengin azınlıkların yararına, yoksul çoğunluğun zararına iş görüyorlarsa demokratikleşme sözcüğü kullanılabilir mi? Tüm ülkelerde, sisteme dahil edilenlerle dahil edilmeyenler arasındaki mesafe artıyor. (s:423)
Özne’ye dayanarak toplum kurma yanılsaması, komünist rejimlerin kışkırttığı felaketleri yaratmış olan akla dayanarak toplum kurma yanılsamasından daha da tehlikelidir.
Merkezde yer alan, ama rakiplerin ortak kültürel hedeflerinin çevresinde toplumsal bir çatışma... İşte demokrasinin temel koşulu budur. Yöneticilerin özgürce seçimi, olmazsa olmaz şart olsa bile demokrasi için yeterli değildir.
Bugün eleştirel düşünce tarafından mahkum edilen ve yeni toplumsal hareketleri doğurması beklenen hareketler gerçek dünya ve sıkıntılar ile arasına mesafe koymuş, hayattan kopuk hareketlerdir. Bu örgütler iktidarın karşısında konumlanmayı toplumun dışında olmak diye algıladıklarından ve talebe dayalı bir eylemden çok tepkisel olduklarından dolayı örgütlenmeyi beceremezler. (s:431)
Her ne kadar başlangıçta modernleşmenin temel amili mutlak monarşi olmuş olsa da; tarih, demokratik rejimlerin gerçekten de dünyevileşme ve akılcılaştırmanın başarı kazandığı yerlerde oluştuğunu, gayet güçlü biçimde göstermiştir.
Geçmişi ortadan kaldırmak geleceği kurmaya yeterli değildir; piyasa ekonomisiyle, dış yardıma dayalı gelişme dönemi uzun süre devam etmeyecektir.
Demokrasi, çok uzun süre, burjuvaziye devletin dayatmalarından kurtulma olanağı sağlayan bir siyasal formül olarak görüldü; demokrasi karşısında çekingen davranan halk kitleleri, toplumsal adaletsizliklerin azalması konusunda partilere ve liderlere daha çok güveniyorlardı.
Dolayısıyla sivil barış olmazsa demokrasi de olmaz, çünkü sivil barış olmadan zayıflar savunulamaz. Halbuki devrimler, yönetici elitin doğasını kısa sürede dönüştürerek, demokrasiyi güçlendirmek yerine ona tehdit oluştururlar. Kişisel özgürlük, yönetici ekonomik grupların iktidarına kılıf oluşturan “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”e indirgenemez; kişisel özgürlüğün indirgenemeyeceği bir başka şey de, iktidara, her tür gerçek halk denetiminin elinden kaçan yeni bir yönetici elit oluşturabilecek halk savunucularının gelmesidir.  (Bırakınız yapsınlar, Bırakınız geçsinler ilkesi; sadece yapabilecek güçte olanların yapabilme gücü olmayanların üzerine tahakküm kurmasını meşrulaştırır. Kurt ile kuzu karşı karşıya geldiğinde, “eşitlik var, bırakınız yapsınlar” diyen kişi, Kurt adına konuşan bir kurt taraftarıdır. AHÇ) (s:439)

Varış Noktaları  
Klasik sosyoloji artık tartışılıyor. Yöneticilerle sistem arasındaki ilişki “doğal” olarak görülmüyor, biz de artık evrenselci aklın geleneklere ve yerel beklentilere galip gelmesi gerektiğini düşünmüyoruz.
Artık Dünya, herkesin birbirine düşmanlaştığı, bedelini ödemeyi öğrenerek canını kurtarmaya çalıştığı, menfaatinden başka bir şeye inanmadığı bir dünyadır. (Akıl, saldırarak tüm kutsalları alaşağı ederken tek bir kutsala dokunmaz, O modernizmin (akılcılık ve bireysellik) dünyasında herkesin tanrısı o olur: Menfaat) (s:446)
Toplum da, akıl gibi, eski dinsel ruhun yaradancı (deist) bir ifadesiydi; insanla evren arasında yeni bir ittifak biçimiydi. Bu ittifak artık var olamıyor ve bizi modernliğin tam ortasına sokan da insanın düzeniyle şeylerin düzeni arasındaki bu kopmadır. Ahlak artık belli bir düzene uygunluğu öğretemiyor, herkesi kendi hayatının sorumluluğunu yüklenmeye, tüm toplumsal ahlaki değerlere kapalı ancak akılcı modernliğin parçaları cinsellik, tüketim, ulus ve işletme arasındaki zor ilişkileri özgürlük savunması üzerinden yürütmeye davet ediyor.
Nasıl ki, dünyevileşme başarıya ulaşıp, tarihçiler ilahiyatçıların, bilim adamları papazların/imamların yerini alıp din adamları saf dışı kalmışsa, eylemcilerde toplum hayatının gelişmesi ile ortadan kayboluyorlar. Entellektüellerin ise dünyevileşmeyle ortak çıkarları vardı.
Bazı entellektüeller, Tanrı’nın ölümünü kolaylıkla kabullenerek, İnsan Bilincini, Tanrı’nın yasalarına değil de, ilahi olmayan bir güce, ilerlemeye, Evrim’e tabi kılmaya çalıştılar. En iyilerinin dahi, hem ölüm hem yaşama içgüdüsünü kendinde barındıran özgürleşmiş bir cinselliğin, tabuları yıkması karşısında gözleri kamaştı. Varlık özlemiyle cinsellik üzerine kafa yorarak, geleneksel toplumların inançlarına ve toplumsal statülerine karşı, modern, akılcı bir topluma çağrıda bulunarak, hem yaratıcı hem eleştirel bir düşünceyi geliştirmek üzere birleştiler.
Entellektüeller, her zaman, halk adına eyleme geçme arzusu ile halk tarafından yönetilme korkusunu beraber hissetmişlerdir. (s:457)
Sınırlı modernlik döneminde, insan kendisini Tanrı sandı; kendi gücüyle sarhoş oldu ve kendini teknikten çok mutlak iktidarın, modernleştirici olduğunu iddia eden, ama gerçekte totaliter olan despotluğun demir kafesine kapattı.
Bugün tarihe duyduğum güvenin yıprandığı doğrudur; insanı artık emekçi ya da yurttaşla tanımlamayı reddediyorum. Evet, totaliter devlet ve iktidarın tüm aygıtlarından, iki (Welfare State) refah devleti kuşağının vahşiliğini oldukça azalttığı kapitalizm kuşağından daha çok ürküyorum. Evet adaletsizliği kaldırmasa bile demokrasiyi, her zaman mutlak/totaliter bir iktidarı başa getiren devrime tercih ediyorum. (s:463)
İlerlemeye güvenimiz kalmadı; zenginleşmenin beraberinde demokrasi ve mutluluk getireceğine artık inanmıyoruz. Her gün daha çok ilerlemenin doğanın doğal dengelerini yıkmasından, eşitsizliği artırmasından, herkesi korkunç bir yarışın ortasına atmasından kuşku duyuyoruz.
Acaba insanlık doğayla ittifakını bozup, geleneksel baskılardan kurtulup, kaderinin efendisi olduğu noktada yeniden yabanileşmekte midir?
Bilginin insanları hem tutkularından, hem cehalet hem de yoksulluktan kurtaracağını söylüyorlar. Bilim insana ancak insanı, nesnel yasalara tabi kıldığı için güç verir. (s:467)
Kolektif gücümüz öylesine arttı ki, artık doğayla uyumlu yaşamanın ne demek olduğunu bilmiyoruz; beslenmemizden oyunlarımıza, makinelerimiz de dahil olmak üzere, neredeyse her şey bilim ve tekniğin bir ürünü ve neredeyse hiç kimse, yeni nimetlerini beklediğimiz bilimsel keşif yarışını durdurmak istemiyor. Aynı zamanda iktidarın her yerde olduğunu ve toplumun hukuku ve ahlakı temel alan kurumlardan çok ekonomik rekabetin gerekleri, planlamacıların programları ya da reklam kampanyaları tarafından yönetildiğini hissediyoruz. (s:468)
Bu kitap modern toplumun parçalanmasını önlemenin tek yolunun, modernliğin tümüyle akılcılığa dayanmadığını kabul etmek olacağı, akılcılaştırma ile özneleştirmenin birbirinden ayrılması gerektiği (ama aynı zamanda birbirini tamamladığı) fikrini önerdi.
Herkes, ister dini, ister hukuki yada siyasi olsun toplumun birliği adına bir baskıyı içinde hissetse de, varmış olduğum sonuç bir toplumsal düzen ya da tarih felsefesine her türlü dönüşü dışlamaktadır. Ama yaklaşık 100 yıldan beri dünyanın üzerine çöken ve onu toplama kampları, din savaşları ve siyasal propagandalarla kaplayan totalitarizmin eğilimlerine karşı korunabilmek için böyle bir bedelin ödenmesi gerekir. Modernlik totaliterliğin hiç bir biçimine uymayan, özgürlüğün yolunu açık tutan, akılla öznenin hiç kesilmemesi gereken diyalogudur.  (s:470)

1 yorum:

Unknown dedi ki...

Bence iyi bir emek var burda..
Ancak bn vurucu dokunuş yapacağım
Asıl mesele masumiyet durumuyla ilişkide aranmalı..
Masumiyet dışında her şey teferruat v açılmaz değildir..
Vdunya yaşam modernlik post modernlik pozotifizm vs buna ilişkin tavırda sınanır..
Kısaca masumiyetin doyurucu yaşantısı özgürlük eşitlik v tam güvence gerektirir dünya nimetleri karşısında..
İste bu saglanirsa ve bunu saglayacakolan komun v akilciligin komunle tamamlanmasidir aklin eregi komun olmalifir masumiyet icin..
Aksi halde her şey laga luga teferruat kalır..
Acı verir eksik kaba v insanlık dışı olur..
Akıl bunu gerektirir ..zeynel hoca uğurlu odabas felsefeci son dahi..

Yorum Gönder